Politik eylem biçimi ve sosyal işlev indirgemesinde sanat: Bu teorik bir kıskaç mı?

Modern sanatın ve baskın yorumuyla geleneksel Batı sanatının –en azından bildiğim kadarıyla- insanı iyiliğe, doğruya, güzele, ahlaklı olana götürmek gibi bir işlevi ya da toplumsal dönüşüme katkı sağlama çabası içinde olmak gibi bir zorunluluğu yok. Bazı sanatsal akımların ve sanatçıların böyle bir yönelimi olabilir. Ancak bunlar sanatın olmazsa olmazı, a priori bir kuralı değildir. Elbette burada sanat derken bir kitle kültürü ürününü ya da geleneksel olanı değil dar anlamdaki anlamıyla sanatı kastediyorum. Bu anlamıyla sanata toplumsal işlev yükleme çabası iki türlü refleksten dolayı gelişiyor olsa gerek: Bunlardan biri sanatı toplumsal dönüşüm ile işlevlendirmek. Gerçekten de özellikle sol gelenek içinde bu tür sanat ürünleri oldukça önemlidir. Örneğin Brecht’in tiyatrosu, Nazım’ın şiirleri, Gorki’nin, Steinback’in ve London’ın romanlarının hem yazıldığı sırada hem de zaman içinde kuvvetlice bir biçimde sosyal işlevleri olduğu yadsınamaz bir gerçek. Eski sol gelenekten gelen ve Lukacs’ın teorik bütünlüğünü keşfetmeye çalıştığı türden bir sanat kendi tarihsel ve saygın mecrasında zaten akıp gidiyor. İkincisi ise sanatı happening ve performans ile destekleyerek bir pratik protesto biçimi olarak icra etme eğilimi. Örneğin gezi olaylarında karşılaştığımız duvar yazıları. O anda icra edilen performanslar, dekonstrüktif çabalar... 20. yüzyılın başındaki bambaşka tarihsel dönemlere, modern sanatın içindeki bir teorik evrene ve o evrenin sanatsal eğilimlerine referans verebilecek durumda olsalar da aslında bunun çok ötesinde bugüne dair sanata sosyal işlev yüklemenin daha doğrusu bu kez bunu tersineden yapmanın yani sosyal işlevi sanatsal bir forma oturtmanın en önemli örnekleri arasında sayılabilir. Direnişte, pratiklerde bir çeşit protesto sanatı ortaya çıkarma eğilimi doğuyor. Bu da sıradan gündelik hayatın, protestonun içinde yerini alıyor ve birçok yönüyle de yer yer modern sanatın tarihsel eğilmileriyle buluşuyor. Gerçekleştirilen bu protesto biçimleri formel olarak henüz sanat olarak adlandırılamayacak durumda. Çünkü sanattaki her yeni eğilimin ve davranışın sanat olarak benimsenmesi elbette -kendi üreticilerinin dışında- hep zaman almıştır. Marcel Duchamp’ın “Çeşme”sinin çok şeyi değiştirdiği doğrudur ancak hatırlamak gerekir ki eser ilk sergilendiği 1917’de önemli bir çevre olan Bağımsız Sanatçılar Topluluğu tarafından asla bir sanat eseri olarak görülmemişti. Üstelik bir sergide sergilenmesine rağmen. Bugünkü kabuller o gün için geçerli değildi. Dolayısıyla gündelik hayatın ve direnişin içindeki sanat ister mimetik ister se de anti-sanat eğilimi taşıyor olsun henüz –ve iyi ki- aslında sanattan çok yeni protesto biçimleri olarak adlandırılmayı hakediyor. Bu biçimde algılanması hayıflanılması gereken bir bakış açısının tersine yapılan eyleme, üretilen işe çok daha fazla hareket alanı sağlayan soğuk ve doğal bir bakış açısı. Yaratıcı eylem biçimlerine henüz üzerinde uzlaşılmış bir biçimde sanat diyemiyoruz. İyi ki de diyemiyoruz. Çünkü bu sanata indirgeyemeyeceğimiz bir davranış biçimi.
Bu birbirinin bir anlamda zıddı olan iki yönelimin; sanatı toplumsal dönüşüm işleviyle tanımlayan modern tutucu gelenek ile sıradan hayatın içindeki eylemi, üretimi ve protesto biçimlerini sanat olarak tanımlamaya gayret gösteren postmodern eğilimin form konusunda anlaşamdıkları açık. Çünkü biri sanatsal formdan toplumsal işlev için yararlanırken diğeri formu dönüştürerek onu önceden belirlenmemiş bir tasarım olarak işlevin kendisi haline getiriyor. Ancak her zaman bahsedilmeyen ve her ikisinin üzerinde birleştiği çok keskin bir nokta var: İkisi de sanatı kesin bir toplumsal işlevle ilişkilendiriyor ve aslında benzer türden bir tutuculuk üretiyor.
Sanatsal formun kendisi politik bir tasarımdır. Onu biçimsel olarak dönüştürmek zaten başlı başına düşünme biçimlerinden malzeme ve elemanları yeniden örgütlemeye kadar hayatın her alanına sızabilecek birçok politik çaba ve eylem üretiyor. Bu aslında hâlihazırda sanatın politik zeminde sunabileceği en büyük katkılardan biri aynı zamanda. Duran Adam’ın, Erdem’in eylemi elbette bir performans sanatı örneği olarak kabul edilebilir. Ancak yine de Erdem’in yaptığı her şeyden önce bir eylem biçimidir. Sanat dünyası ise kendi biçim tartışmaları içinde bunu sanat olarak adlandırıp adlandırmamak konusunda herkesin kabul ettiği bir uzlaşmaya kolayca varamaz. Çünkü çağdaş sanatsal eğilimler kendi içinde oldukça çeşitli ve hatta bazen çatışkandır. Ancak bu eylemin sanat olarak adlandırılması kimin umrunda ve niye umrumuzda olsun? Erdem’in yaptığını sadece bir sanat biçimi olarak algılamak, dahası toplumsal dönüşümü konu alan her sanatsal eserden Erdem’in eylemi gibi doğrudan toplumsal bir işlev beklemek korkunç, kör ve can sıkıcı bir indirgeme olmaz mıydı?
Bu yıl İstanbul Bienali ile ilgili okuduğum bir eleştiri yazısında insanlar İstiklal Caddesi’nde direnirken dışarıda aynı cadde üzerinde yer alan Salt Sanat Galerisi’nde direniş temalı eserlerin sergilenmesi oldukça garipseniyordu. Oysa ben burada ironik bir olayın gerçekleşmiş olmasına rağmen tepkisel bir biçimde garipsenecek bir durum göremiyorum. Aksine burada şaşırtıcı olan hiçbir şey yok. Direniş de sanat da kendi mecrasında akıp gidiyor ve bu da anlaşılması kolay bir olağanlık barındırıyor. En azından içinde bulunduğumuz dünyada.

Evrensel'i Takip Et