Metrelerce yükseklikte bir duvarın önünde bir genç adam. Ortalık sakinleşince duvara asılı halata tutunup tepeye tırmanıyor. Bir silah patlıyor, bir mermi geçiyor. Hızla duvarın öte tarafındaki halattan kayarak iniyor. Koşarak izini kaybettirmeye çalışıyor. Kanayan ellerini yıkıyor. Arkadaşının evine geldiğinde soruyorlar, “Nereden geldin?​” “Sabah uçağı doluydu, öğle uçağıyla geldim.” Atış talimi yapmak, arkadaşına gitmek, işine varmak ya da sevgilisini görmek için İsrail’in duvarını aşmak gerekiyor burada. Yetmiyor, mermilerinden kaçmak, kimlik kontrollerine, aşağılamalara tahammül etmek de. Burası Batı Şeria. Gözlerde öfke, sohbetlerde neşe hakim.
Yabancı Dilde Oscar’a aday olan ilk Filistin filmi Vaat Edilen Cennet’in Yönetmeni Hany Abu-Assad’ın son filmi de bu yılki Oscar adayları arasındaydı.  Bir çeşit suçluluk duygusundan olmalı, yoksa filmin İsrail’e tavizi yok, direnişe selamı çok. Mizah ve silahın iç içe geçtiği öyküsüyle İrlanda filmlerini andıran Ömer’de, üç arkadaş ve bir çift aşık var. Filistin’deler. Bu, günlük hayatın askerlere görünmeden devasa duvarlardan atlayarak başlaması demek mesela. Saatlerce gülüp eğlenmeleri, gizli gizli aşık olmaları ne kadar normalse, İsrail askeri vurmak için silah almalarının da o kadar normal olması demek. Aşıklar, “Aşkın bu kadar acı vereceğini bilmezdim” de diyorlar mesela, hemen ardından “Rüyalarımda ateş etmeyi öğrenip seni kurtarıyordum” da. Ömer’in bu dikkate değer Filistin tasvirine eklenen büyük başarısı ise, bir yandan kimin karşı tarafın ajanı olduğu sorusunun gizemiyle sonuna kadar gerilimini ayakta tutması. Batı Şeria sokaklarının renkli ve dolambaçlı seyri de cabası.
Olaylar bir İsrail askerinin öldürülmesiyle başlıyor. Filmde bunun uzun uzun açıklaması yapılmasa bile, günlük hayatı mermiler ve aşağılamalarla geçen Filistinli gençlerin işgalciye karşı aldıkları tutumun meşruiyeti açık. Böylece işgal altında bile neşeyle süren, ilk dakikalarda seyircinin yüzünü güldüren sohbet, kısa sürede yerini İsrail zindanlarında işkenceye bırakıyor. Ömer bir şekilde bir anlaşmayla hapisten çıkıp şehre döndüğünde, bu kez mesele, köstebeğin kim olduğunu öğrenmeye kitleniyor. Örgütün Şefi Tarık ile çocukluk arkadaşları Ömer ve Emcet, Tarık’ın kardeşi, Ömer’in sevgilisi Nadya dahil, herkes şüpheli. Ömer’le Nadya’nın aşklarını gizlemesi, bu arada Emcet’in de Nadya’dan hoşlanması, gönül işlerinin de mevzuyu iyice karmaşıklaştırmasına sebep oluyor. Tarık’ın dediği gibi, “Bunun zamanı mı?​” diye bir şey yok çünkü.
Hany Abu-Assad’ın müthiş gerilimli bir hikayeyi olabildiğince rahatlatarak ama seyirciyi etkilemekten vazgeçmeyerek anlatmasından ders alacak çok şey var. Derdini abartılı bir ajitasyonla değil, günlük hayatın sıradanlığı içinde anlatınca, ihanet gibi büyük bir suç nedeniyle bile işgalciye öfke duymayı kolayca sağlayabiliyor. Ajanlık yaptığını itiraf eden bir garibanın, denize 15 kilometre mesafede yaşadığı halde hayatı boyunca denizi göremediğini anlatmasından sonra, “Bana Yeni Zelanda vizesi vereceklerdi” demesi gibi.
Filistin buralara uzak değil. Ama duvarı, işgali, direnişi, işkenceyi, ihaneti, devletin hayasızlığını görmek için o kadar bile uzağa bakmaya gerek yok.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

İhyanın aslı

İhyanın aslı

Maraş depremlerinin ardından geçen iki yılda ne yiten on binlerce canın hesabı sorulabildi ne de kalanların bir derdine derman olundu. İki yıl sonra iktidar, ”Asrın İhyası” sloganıyla toplumu aldatmaya çalışıyor. Oysa asıl ihya ihaleler, inşaatlar, rezerv alan ilanları, teşvikler, vergi indirimleriyle, depremi gerekçe eden siyasi baskılarla geldi.

Teslim edilen konut sayısı ihtiyacın 3'te biri.

Deprem bölgesinde 'rezerv alan' kılıfıyla halkın evleri, arsaları gasbedildi.

Deprem işçiye yoksulluk, sermayeye 'fırsat' oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et