Aile içi ilişkiler her sanat gibi sinemanın da epey ilgisini çeken bir mesele, Yunan tragedyalarından beri. Kim bilir kaç filmde kardeş kavgaları, anne baba sırları, aralarında bastırılmış tonla eski dava konu edilmiştir. Çoğunluğu kuzey güney tipi klişeler olsa da onların bile bir gerçek payı var ki, hâlâ bitip tükenmiş bir mevzu değil. Son zamanların iyi örneklerinden biri, iki hafta önce gösterime giren Aile Sırları, babasını kaybeden ailenin kadınlarını bir araya getirip Meryl Streep ile Julia Roberts’a Oscar adaylığı kazandırmıştı. Onların kopukluğu ne kadar soğuk ve uzaksa, Köksüz’ün her gün kavga eden ailesi birbirini yakacak kadar yakın, kopukken bile.
Deniz Akçay’ın yazıp yönettiği Köksüz’ün ilk dikkat çeken yanı, bu aile içi hikayesini, anne kız ilişkisini, pek örneğine rastlamadığımız bir gerçekçilikle yansıtması. Senaryo yazarlığı yapan ve ilk filmini çeken yönetmen, geçen yılki İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman adına verilen En İyi İlk Film, Altın Koza’da Yılmaz Güney Ödülü’nü almıştı, aynı festivalde Ahu Türkpençe de En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü. Oldukça ağır, trajik, karanlık bir öyküyü en ummadık anlarda seyirci karşısına çıkardığı kara mizahıyla zenginleştirerek kolayca akan ve etkileyen bir filme dönüştürmesi, Deniz Akçay’ın büyük başarısı.
Kısaca her şey babayı kaybetmekle başlıyor Köksüz’de. İzmirli ailenin annesi Nurcan, üç çocukla kalmayı kaldıramamış, her gün evin erkeğinin yokluğundan söz eden ve evden dışarı bile çıkmayan bir kadına dönüşmüştür. Evle, kardeşleriyle ve tabii annesiyle ilgilenmek büyük kızı Feride’ye düşmüştür. Feride bunun altından kalksa da bu haksız sorumluluğa isyan etmeden duramaz. Liseye giden erkek kardeşi İlker, ne babanın yokluğunu kabullenebilir ne onun yerini ablasının alışını. En önce o kaybolur. En küçük kardeş Özge ise olan biteni izlemekle yetinirken birisinin kendisini de hatırlamasını bekler, uzaktan. Su tesisatında çıkan sorun, bütün tıkanıklıkları birbirine bağlayıverir. Sorunu tabii ki Feride çözecektir, bütün gün çalıştığı halde. Akşam iş yerinden tanıdığı Gülağa ile eve gelir, Gülağa aileye yardımcı olur ve Feride ile yakınlaşmak için fırsatını değerlendirir. Ne Feride’nin hayallerindeki erkektir, ne Nurcan genç adamı kızına yakıştırır. Ama evde bir erkeğin yokluğuna dair edilen bütün şikayetleri karşılayacak kişi olsa bile, neden sorun çözülmez?
Feride bir kurtuluş umudu olarak evlenme teklifini kabul edince “Sen de koca diye ölüyormuşsun kızım” diyecek kadar dağılmış bir kadın Nurcan. Ona kızsa bile annesini bir başına bırakamayan Feride gibi, seyirciyi de onu anlamaya çağırıyor. Evde bir erkeğin yokluğunda evin kadınlarının düştüğü boşluğu özetleyen bir diyalog: “-Hadi dışarı çıkalım.” “-Tek başımıza?​” Esasen psikolojik çözümlemelere dayansa da, memlekette kadın olmanın ne kadar çaresiz, boğucu, kısıtlayıcı hissettiren bir iş olduğuna dair çok şey söylüyor film. Anne çoktan teslim olmuş, Feride elindeki fırsatları değerlendirip ayakta kalmanın en uygun yolunu bulmaya çalışıyor. Babaya düşkün İlker ise giderek hayattan da uzaklaşıp, içine kapanıyor, kafayı bulmadığı zamanlar babasını arıyor, o olmaya çalışıyor ama en alakasız yoldan.
Akçay’ın sıkça, en hüzünlü anlarında bile saçma bir olayla karşılaşıp gülebilen karakterleri, alabildiğine gerçekler. Her şeyin merkezinde orada olmayan bir erkek olduğu halde, film hiç erkek dünyasına ait değil. Olayları kadın gözüyle anlatan bir film oluşu, Köksüz’ü sahici ve anlamlı kılsa da, sonunda hissedilen şey zayıflık. Ailenin, yorulsa da sorumluluktan kaçmayan tek üyesi Feride, güçlü bir kadın. Yine de, söz kesildiği gece, sakatlanıp elbisesi ve makyajıyla yatakta yatan Nurcan gibi, mecburen yapar gibi göründüğü evliliği bir çeşit teslimiyet ne yazık ki. İki kadın da açıkça ölüme gider gibiler. Filme iç karartıcı bir havanın tamamen hakim olmasının önünde bir engel varsa, o da bu halle dalga geçen yabancılaştırıcı sahneler olmalı.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

İhyanın aslı

İhyanın aslı

Maraş depremlerinin ardından geçen iki yılda ne yiten on binlerce canın hesabı sorulabildi ne de kalanların bir derdine derman olundu. İki yıl sonra iktidar, ”Asrın İhyası” sloganıyla toplumu aldatmaya çalışıyor. Oysa asıl ihya ihaleler, inşaatlar, rezerv alan ilanları, teşvikler, vergi indirimleriyle, depremi gerekçe eden siyasi baskılarla geldi.

Teslim edilen konut sayısı ihtiyacın 3'te biri.

Deprem bölgesinde 'rezerv alan' kılıfıyla halkın evleri, arsaları gasbedildi.

Deprem işçiye yoksulluk, sermayeye 'fırsat' oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et