11 Nisan 2014 00:10

Faşizmin gölgesi hiç bu kadar renkli olmamıştı

Faşizmin gölgesi hiç bu kadar renkli olmamıştı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

G eçen yüzyılın iki dünya savaşı arasında Avrupa’nın göbeği faşizmin yükseliş yılları, şimdilerde Avrupa’dan bizim buralara kadar sıkça hatırlayıp karşılaştırmalar yaptığımız bir dönem oluverdi. Çelişkilerin fena halde keskinleştiği ve siyasetin geriliminin tavan yaptığı bir dönemin politize olan edebiyatçılarının kaleminden okuduklarımız, bugünün ruh haliyle de paralellikler taşıyor. Aydınların savunup yücelttiği ne kadar değer varsa toplumun işleyişinin bunlarla ilgilenmeyişinin yarattığı hayal kırıklığının, koca bir kültür birikimini yerle bir eden iktidar karşısında umutsuzluğun izlerine dönemin edebiyatında bolca rastlamak mümkün. Stefan Zweig da bu yazarlar içinde en çok akla gelenlerden olabilir. Adeta, hiç eskisi gibi olmayacak eski Avrupa’nın sonunu, ölüm anında dahi başı dik tutma çabasını, hüznü her defasında hissettirerek anlatır.
Rengarenk ve oyuncaklı üslubuyla Wes Anderson’un Stefan Zweig’dan esinlenen bir film yapması, başlı başına ilginç bir buluşma. Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olan ve Jüri Büyük Ödülü’nü alan Büyük Budapeşte Oteli, devam eden İstanbul Film Festivali’nde de gösteriliyor, bu hafta sinemalarda gösterime de giriyor. Her seferinde kendine özgü bir dünya kurarak seyircisini rüyayla karışık bir yolculuğa çıkaran Wes Anderson, bu kez Avrupa’nın ortasında tüm ihtişamı ve terk edilmişliğiyle dikilen bir oteli mekan bellemiş. Zero Mustafa olarak bilinen otelin sahibi, yalnız ve sessiz bir yaşlı adam otele gelir. Otelde kalan genç yazar da Mustafa’nın öyküsüyle yakından ilgilenir. Mustafa da, en başından, savaş öncesinden başlayarak hayatını değiştiren yılları anlatır. Arada da Avrupa değişir ama biraz fazla arka planda, askerlerle yaşanan kovalamacalarla mesela. Mustafa otelde bellboy olarak çalışırken otel görevlisi Gustave onu bir şekilde himayesine alır. Gustave’ın sevgililerinden yaşlı aristokrat Madame D.’nin ölümüyle hayatlarında yeni bir dönem başlar. Trene biner evine giderler ama aile ile arada kapışma başlayınca, hem askerler hem aileden Madame’ın tablosunu ve kendilerini kurtarmak üzere hareketli maceralar başlar.
Özellikle yönetmenin daha önceki filmlerinde rol verdiği birçok usta oyuncunun, küçük rollerle de olsa göründüğü filmin en görkemli yanı kadrosu olmalı. Alışık olduğumuz üslubunda başka bir dünyaya ait gibi duran karakterlerinin yabancılaştırıcı davranışları varsa, bu kez filmin hiç yavaşlamayan hareketine kapılarak onlarla koşturmaya katılmayı öneriyor sanki. Bu temposuyla çizgi film estetiğine daha yakın bir film olduğu söylenebilir, yakın plan yüz ifadeleri ve elbette her zamanki renkli mekanları ile oyuncaklar dünyasında gibi hissettiren atmosferi de buna eklenince. Wes Anderson, üslubu içeriğinin önüne geçen bir yönetmen olmayı sürdürüyor, bu kadar büyük bir yapımdan bile. Mesele, daha küçük iddiaları olan, örneğin çocukların dünyasındaki Moonrise Kingdom, denizlere dalan Steve Zissou, Hindistan trenlerindeki Darjeeling Limited gibi filmlere giden üslubun, böyle bir hikayede pek tutmaması. Hele Zweig gibi derinleri seven bir yazarla, yüzeyde gezinen Anderson gibi bir yönetmenin buluşmasında, uyum pek mümkün olacak gibi değildi zaten. Kıta savaşla yanarken bir tablonun izini sürmenin absürtlüğüne seyirciyi ikna etmek, şirinlik yaparak olacak iş değildi galiba. Faşizmin gölgesi, hiç bu kadar renkli olmamıştı. Eğlenceli bir seyir deneyimi ve ilginç bir uyarlama olsa da…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa