Anneler, annelerimiz
Yalnız insanların değil her türlü canlının ilk aşkı anasıdır. Yumurtasından çıkan her civcivin yanı başında kımıldayan ilk canlının peşine takılması bir içgüdüdür. Korunma içgüdüsü. Tavukların atmacalara kafa tutması da bu içgüdünün verdiği cesarettir. İnsan yavrusunun anasıyla ilişkisinde kimi zaman anasından belirli karşılığı görememesi annelerin kalpsizliğinden değil olsa olsa yüreksizliğindendir.
Biliyorsunuz “kalpsiz” acımasızdır, “yüreksiz” ise korkak. Bir annenin çocuğunu kimi zaman doğar doğmaz terk etmesini hangi koşulların hazırladığı genelde tartışılmıyor. En küçük korkunun ailesinin ve çevrenin evli olmayan bir kadının çocuk doğurmasına karşı tavrından doğabileceğini düşünmek zor değil. Bir annenin gerçekten annelik edebilmesinin ekonomik bağımsızlığına, topluma karşı kafa tutabilmesi kadar yaşamasına da bağlı olduğu hatırlanmalı. Toplumsal kurumların “kız ana”lar için koruma, bakım vb. benzeri kurumlaşmanın çocukların sağlığı için olduğu hiç akla gelmiyor.
Bugün yine “Anneler Günü’nün” harcama büyüklükleriyle kutlanması yaşanacak.
Evliler eşlerinin annelerine de güzel armağanlar almaya çalışacaklar. Ben toplumumuzun bu günü ne kadar kolay ve çabuk kabullendiğine hep şaşarım. Hele yaşlı kadınlar birbirlerine gelinlerinin armağanlarını “bizimki analar gününde aldı” diye gösterme yarışına girdiğini gördüğümde.
Elbette esnafın anneler gününü gelenek gibi kabullenmesi normal. Ben bir yemeni pazarlığında azar işitmiştim : “Cimrilik etme kızım anneler günü yılda bir…” Bu azara ben “Bir anneler günüyle biter mi, efendim, daha kandili var, bayramı var” yanıtını verince olağanüstü bir şey söylemişim gibi şaşmıştı “Maşallah!” Bugün anneler günü armağanları elmastan, pırlantadan ev eşyasına kadar genişleyen bir listeyi kapsıyor. Ama hatırını soracağımız anneler listesi Sivas’tan Gezi’ye uzanıyor. Sonra ceza ve tutukevlerindeki çocukların anneleri var. Teselli edilecek, avutulacak ne çok anne var. Kemal Özer’in şiirindeki Oğulları ( ve Kızları ) Öldürülen Analar’dır konumuz nicedir. Üstelik
“Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına, yeni/yollarla tanıştı ayakları, her gün yeni kabuklar çatladı,/yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini, bir kent/oldular sonunda”.
Çocukları öldürülen analar için bazen “Konuşan, sanki yalnız ilgisizlik, sağırlık, umursamazlıktır.” Bizim bu sağırlığı da kırmamız gerek bugün.
Toplumumuzun aileleri ve çocukları kontrol edecek bir örgütlenmesi yok. İsveç’te anası ve babası alkol ve uyuşturucu bağımlısı iki çocuğun okulda ve evdeki yaşamlarını ve sosyal hizmetler kurumundan başka umutları olmayışını Carl-Johan Vallgren Denizadamı’nda (Metis) şiirsel bir dille ve içimizi acıtarak anlatıyor. Ekonomik bakımdan gelişmiş İsveç’in hasta ya da zayıf yanını, eğitimin ve ekonominin iletişime yetmeyişini romanın bütün kahramanlarından daha açık biçimde gösteren “Denizadamı”yla çiziyor. Denizin dibinde yaşayan bir canlının deniz dışı bir yaratık olan insan çocuğunun çaresizliğini anlayışı ve canını onun için feda edişiyle.
Carl-Johan Vallgren “annelik” denen davranışların yalnızca kadın cinsine özgü olmadığını göstermek istemiş belki. İnsanlık denen kavramın da yalnız insanlarda görülmediğinin de romanı bu.
Tüm insanca yaşayan, ana-babalığı bilenler dostumuzdur. Cümle dostlara selam olsun.
*Denizadamı, roman. Carl-Johan Vallgren, İsveççeden Çeviren: Ali Arda, Metis, 225 sayfa.
Evrensel'i Takip Et