Yarılma
Fotoğraf: Envato
Benim Başbakanım o, tamam mı?” diye bağıran bir adam vardı metronun ortasında, külhani tavırlarla… Birkaçı da aynı beden dili ile söylene söylene dolaşıyordu insanların arasında. Oturan daha yaşlıca bir adam ise makineli tüfek gibi hakaretler sıralıyordu durmadan. Her şey bir insanın Soma’da yaşanan katliamı anması ile başlamıştı. Oturan yolculardan bu külhanilere pek de benzemeyen biri metroda rahatsız edilmek istemediğini söyleyince hareketlenivermişti o külhaniler ayakta bir gerçeği dile getiren insana doğru. Yüzlerce insanın katledilmesinden rahatsızlık duymayıp bu gerçeğin dile getirilmesinden rahatsızlık duymasının utanç verici olduğu uyarımla birlikte biraz geri çekildilerse de, yaşlıca olan atıp tutmaya devam edip, benim dışımda kimse de destek vermeyince iyice pervasızlaştılar. Tam karşımda bir kadın elinde “Kürk Mantolu Madonna”, göz ucuyla durumu izlerken, vagonun diğer tarafında kaldığı için ancak sonradan paylaşılan ve olayın ilerleyen bölümlerini içeren videodan gördüğüm bir başkası okuduğu kitabı yüzüne doğru tutarak tam yanında tehditler savuran bir başkasını görmezden gelmeye çalışıyordu. Yaşlıca olan yüzü şişip kızararak hakaret ederken, konuşunca bana dönüp sus diye bağırırken, genç olan o sahiplenici ve yerel seçimlerde tanık olduğumuz durumu tüm açıklığıyla özetleyen sözü söyledi. Evet, onların Başbakanı vardı artık! Gurur duydukları, güvendikleri ve sonunda kendilerini mazlumluktan kurtaran bir Başbakan. Markette yumruklamalar, müşavirin tekmesi henüz yaşanmamıştı ama bugüne dek olanlar sahiplenmeyi zerre azaltmadığına göre bundan sonra yaşanacaklar da pek değişiklik yapacak gibi görünmüyor.
O gün metroda bu külhanilere çok öfkelendim. Okudukları kitapların ardına sığınanlara, gözleriyle, yüz ifadeleriyle söylediklerimi desteklediklerini göstermeye çabalayan ama sessiz kalanlara öfkelendim. Taşeronlaşma, işsizlik tehdidi, alabildiğine sömürünün çaresizliğindeki insanların kâr hırsı içinde göz göre göre ölüme gönderilmesine duyduğum öfkeyi biledi o gün metroda yaşadıklarım. Sonra sosyal ortamlarda paylaşılan yerel seçim sonuçları ile karşılaştım. Çapulcu olmakla övünen kimileri ile T.C. sıfatlıların paylaşımları öfkenin yarattığı bulanıklığı biraz azalttı.
Mazlumun zalime dönüşümündeki sorumluluğumuzu sorguladım. Cumhuriyet tarihinin idamlarını, katliamlarını, kaybedilenlerini, zorla göç ettirilenlerini, hâlâ çıkıp yaptıklarıyla gurur duyduğunu söyleyenlerini, kimilerinin gurur duyduklarını… Üniversitedeki ikna odalarını, “kara fatma” diye anılanları, halk plaja indiği için denize giremeyen vatandaşlara yazıklanan büyüklerimiz gibi iç çamaşırları ile İstanbul’un mutena semtlerinde denize girdikleri için aşağıladıklarımızı…
Mazlumdan zalimler yaratmak hiç zor değildir. Şiddetin dili ruhumuzun derinliklerine kadar bizi işgal ediyor, biliyoruz. Tanıklık da dahil şiddete maruz kalan ergenlerde yapılan bir çalışmaya göre her 5 kişiden biri ruh sağlığı sorunları yaşarken*, ABD’de şiddete maruz kalıp acil servislere gelen kişilerde yaralanma sonrası izlenerek yapılan değerlendirmelerde travma sonrası stres bozukluğu oranının yüzde 43** bulunması 2014’te şiddetin en önemli halk sağlığı sorunu olarak tanımlanmasını gerektirmiş.
Kaçınmadan saldırganlığa geniş bir yelpazede görebiliyoruz ruhsal etkilenme sonucu ortaya çıkan davranışları. Ruh sağlığı alanında çalışmadığımdan, haddimi aşmak değil niyetim. Politik bir gerçekliği tıbbileştirmeyi de amaçlamıyorum. Toplumsal bir yarılmanın orta yerindeyiz ve boyutlarını ürkütücü buluyorum. Yarılmayı, o yarılmanın küçük ölçekli bir örneğinde gözlediğim davranış biçimlerini yıllardır şiddet mağdurları ile çalışan bir hekim olarak kendi alanımdan açıklamaya çalışıyorum. Mutlaka diğer insan bilimlerinin de üzerinde düşünmesi gereken çok bilinmeyenli bir denklem bu elbette.
Bu yarılma sürecini doğru yorumlayıp sorumluluğumuzu görmek zorundayız. Ne devlet şiddetinin eksik olmadığı, adalet duygusunun son dönemde hepten yitip gittiği koşullarda toplumda gözlenen şiddet eğilimini meşrulaştırmak derdim, ne de görmezden gelerek, susup saklanarak yaşayanları mazur görmek… Cellatlığa soyunanları kendisine örnek alanları da, korkanları da içerecek bir onarım süreci gerekiyor. Yarılmanın tüm bileşenlerini görerek ortadan kaldıracak yöntemler geliştirmek gerekiyor. Toplumun bu yarılmayla kendi haline terk edilmesi, her topluluğun kendi rahatlatıcı sarmalına sığınması sömürünün alabildiğine pervasızlaştığı ve faşizmin dolu dizgin hepimizi esir aldığı, alamadıklarını yok ettiği bir düzene gidişimizi hızlandıracaktır.
Dışlayarak değil, kapsayarak onarabiliriz ancak…
*Kilpatrick ve ark, Violence and Risk of PTSD, Major Depression, Substance Abuse/Dependence, and Comorbidity:
Results From the National Survey of Adolescents, 2003 http://www.apa.org/pubs/journals/releases/ccp-714692.pdf
**http://www.propublica.org/article/the-ptsd-crisis-thats-being-ignored-americans-wounded-in-their-own-neighbor
- Hoş gelmedin yeni yıl, bizsiz olmaz! 02 Ocak 2025 04:46
- Bir ödülün hikayesi 26 Aralık 2024 06:25
- Hüsnü Öndül, insan hakları mücadelesine armağandı... 19 Aralık 2024 04:45
- İnadına tanıklık 05 Aralık 2024 04:41
- Çetelere bütçe 21 Kasım 2024 04:59
- Büyümeden annen sana, ölüm alacak 14 Kasım 2024 04:42
- Bu zamanda hekim olmak 07 Kasım 2024 04:43
- İnsan hakları mücadelesine devam 31 Ekim 2024 04:43
- Çeteler kol geziyor 24 Ekim 2024 04:43
- Kimi, niye aşağılıyoruz? 17 Ekim 2024 04:34
- Şiir yazmanın sorumluluğu 03 Ekim 2024 04:43
- Siyah çöp torbasına atılan insanlığımız 26 Eylül 2024 04:45