Musul tartışması: Bilgi ve iktidar
Fotoğraf: Envato
Sokakta Musul tartışılıyor. Hükümet endişe etmekte haklı. Çok farklı yerlerde kulak misafiri olduğum sohbetlerde hükümetin konuyu dağıtan propagandasının ikna kabiliyetinin etkili ancak sınırlı olduğunu görmek mümkündü. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde MHP seçmeniyle Kürtler arasında tahterevalli oynayan AKP’nin en mükemmel dengeyi nasıl tutturacağı bir muammayken Musul krizi bir doğal felâket gibi geliverdi. Doğal felâket diyorum çünkü kendi sınırları dışındaki gelişmeleri belirlemek bir hükümet için – hele hele Türkiye gibi orta büyüklükte bir devletin hükümeti için - neredeyse imkânsızıdır. O yüzden uluslararası krizler iç siyasete hâkim olmak için dış politikayı kullanan bütün rejimlerin Aşil topuğudur.
Mitinglerde “orası da bizimdir” diyerek sınırların dışındaki kentleri sayan Başbakan, dış politikayı gereğinden fazla iç siyasi söyleminin merkezine oturttu ve böylece ciddi bir risk aldı. 1980’lerin ihracata yönelik büyüme stratejisi ve kente göçün bir ürünü olan AKP’nin kendi bölgesine yönelik iddialı bir rol oynama isteği temsil ettiği toplumsal kesimlerin bir yansımasıydı. Yerleşik büyük burjuvazinin Batı ittifakıyla uyumlu ve onun evrensel(!) normlarıyla tanımlanmış bir dış politika talebine karşı, Erdoğan ve ekibi yükselen burjuvazinin ve kentli yoksulların yeniden bölüşüm talebini meşrulaştıran kimlik iddialarını merkeze alan ve gerek büyük burjuvazi gerekse Batı İttifakı tarafından fazla “Sünnici” bulunan bir siyasi hattı tercih etti. Bu tercih belki de kaçınılmazdı, çünkü AKP’yi var eden şey, küreselleşmeden fayda sağlayan yükselen burjuvaziyle, küreselleşmenin mağduru kentli yoksulları bir siyasi ittifakta buluşturabilmesiydi. Bu koalisyonu bir arada tutabildiği müddetçe TÜSİAD’ı da, ABD’yi de, Avrupa devletlerini de kendisinden başka bir seçenek olmadığına ikna edebilir ve kendisini bir istikrar unsuru olarak sunabilirdi.
MUHTEŞEM YÜZYIL KIYAFETLERİ İÇİNDE AKP
Bu parametreler içinde AKP - üstüne Muhteşem Yüzyıl kıyafetleri giydirilmişse de – esasında 1990’larda belediye yönetimlerinde edindiği siyasi taktiği uyguladı. Türkiye’nin jeostratejik konumu bir rant kaynağı olarak ve dış politika bu rantın yönetimi olarak tanımlandı. Türkiye Batı İttifakı sayesinde güvenliğini sağlamış bir ülke olarak Batı’nın bölgedeki vekili olarak hareket edecek, ancak bu vekalet karşılığında Batı’dan hem daha yüksek bir statü hem de bölgesel siyasette nüfuz talep edecekti. Bu aslında AKP'ye has bir politika değildir. Soğuk Savaş’ın bitiş düdüğünün çalındığı Birinci Körfez Savaşı’nda Özal’ın “bir koyup üç alma” taktiğinden bu yana, Yeni-Osmanlıcılık diye bilinen ve adı değişse de “krizleri fırsata çevirmek” mantığı değişmeyen bu oportünist politika aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu yapısal şartların bir ürünüdür. Türkiye’de değişen şey dış politikanın hükümetlerin iktidarı açısından oynadığı rolün ağırlığıdır. Yoksa Davutoğlu Doktrini’ni hedefleri itibarıyla İsmail Cem’in dış politika anlayışından ayırt etmek güçtür.
Davutoğlu Doktrini’nin özgünlüğü ise dış politikanın AKP iktidarında oynadığı işlevden kaynaklanıyor. Doktrin, AKP’nin temsil ettiği toplumsal koalisyonun siyasi programının bir parçası ve onun iktidar arzusunu ve anlayışını yansıtıyor. Türkiye’nin bölgede hegemonik bir güç olma arzusunu meşrulaştıran unsurlar AKP koalisyonunun mutlak iktidarını meşrulaştıran unsurlarla aynı: eziklik hissi ve ezilenlerin hamisi olma rolü. Bidon kafalı olmak ve göbeğini kaşımakla suçlandıkları sürekli kendilerine hatırlatılan kitleler, kendileriyle Filistinliler, Suriye Selefi muhalefeti ve Esma arasında kurulan özdeşlikte, “kimsesizlerin kimsesi” bir baba figürü olarak Erdoğan’a sarılıyor. Dolayısıyla AKP’nin siyasi söylemi bir yandan ezilme tehdidini canlı tutmak, diğer yandan kurtarıcı rolünü kanıtlamak zorunda.
Sorun da burada çıkıyor. İç politikada giderek daralsa da hala belli bir ölçüde mevcut olan AKP’nin manevra kabiliyeti dış politikada neredeyse sıfırlanmış durumda. O bakımdan Musul’u “yazmadan, çizmeden, konuşmadan takip” etmemiz isteniyor. Hükümete yakınlıkları sayesinde statü edinip ve sınıf atlayan koalisyonun organik aydınları bu isteğe tabi değil elbette. Onlar fantastik teorileriyle hükümetin dış politikasının iflasını gizlemeye çalışıyorlar. Bu bakımdan Musul’a dair güvenilir haberler ve analizler büyük önem taşıyor. Bu bize özgü bir durum da değil. 2010’da hükümetin gizli belgelerini Wikileaks’e sızdırdığı için 2013’te 35 yıl ceza alan trans subay Chelsea Manning New York Times gazetesine yazdığı yazıda, Mart 2010’da Amerikan basınında Irak seçimlerinin bir başarı olarak sunulduğunu ve ABD işgalinin istikrarlı ve demokratik bir Irak yarattığı imajının çizildiğini söylüyor. Hükümete ait gizli bilgileri vatan sevgisi ve başkalarına karşı bir görev duygusuyla ifşa ettiğini söyleyen Manning, şöyle devam ediyor: “Şu anda basın özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar ve aşırı devlet gizliliği Amerikalıların finanse ettiğimiz savaşlarda ne olup bittiğini tam olarak anlamasını engelliyor.”
Bu hafta Trans Onur Haftası... Bütün kardeşlerimin onurlu yaşamı kutlu olsun!
- Türkiye-Suriye ilişkisi 18 Aralık 2024 04:58
- Ortadoğu’da yeni döneme girerken vaziyet 11 Aralık 2024 04:32
- Lindner’in komplosu ve Almanya’da seçimler 27 Kasım 2024 04:40
- Trump'ın zaferi: Enflasyon algısı ve 2008 sonrası aile şirketleri 13 Kasım 2024 04:08
- ABD’de seçimler ve yeni saflaşma 06 Kasım 2024 04:51
- Yeni Yeşil Düzen’in sergüzeşti 30 Ekim 2024 04:35
- Tırmandırarak gerilimi azaltmak 02 Ekim 2024 04:16
- AfD’li sınıf fraksiyonları ve aile/cinsiyet politikaları 11 Eylül 2024 05:03
- Saksonya ve Thüringen'de seçimler 04 Eylül 2024 04:30
- AfD'nin aile politikası 28 Ağustos 2024 04:15
- Thüringen'de nüfus, aile ve siyasi eklemlenme 21 Ağustos 2024 04:39
- Taşra ve siyasi kültür: Doğu Almanya'da seçimlere doğru 14 Ağustos 2024 04:22