Cumhur tüccar mı?
Ağustos ayında yapılacak olan Cumhurbaşkanı seçimleri Türkiye açısından bir ilk olma özelliği taşıyor. 12 yıldır demokratikleşmekten bitap düştüğümüz “yeni” Türkiye’de, cumhur bu kez “başkanını” seçmek üzere sandığa gidiyor.
İktidar partisi seçim sistemindeki bu değişikliği de yine alışageldiğimiz “ileri demokrasi” anlayışına dayandırmış durumda. Toplumsal muhalefet ve denetimi bütünüyle “suç” sayan bu anlayış, sandıktan çıkanı tebrik etmek yerine “kutsamak” prensibiyle işliyor. Bununla beraber sandıktan “yanlış” kişiler çıkması halinde ise seçimler yenileniyor.
Yani sistem “milli iradeye” yaptığı hatayı telafi edebilme fırsatı verecek ölçüde demokratik bir nitelik taşıyor(!)
Başbakan, seçilmiş cumhurbaşkanıyla beraber “milli irade” karşısındaki devlet iradesinin ortadan kalkacağını söylerken, devlet hegemonyasını seçimler yoluyla kolaylıkla alt edebileceğimiz bürokratik bir sorundan ibaretmiş gibi tarif ediyor. Kapitalist sömürü ilişkilerinin dışında tanımlanan “tarafsız” devlet olgusu ise hem devletin sınıf kimliğini hem de “demokrasi”nin sınıfsal özünü gizleme işlevi görüyor.
Toplumsal çelişkinin gerçek niteliğini tahrif eden “milli irade ve diğerleri” kutuplaşması bir yandan siyasal iktidara tüm muhalifleri “darbeci” ilan etme imkânı verirken diğer tarafta, muhalefet partilerinin de sınıf karakterini gizleyerek, burjuvazi açısından siyasal temsilcilerini yedekleme fırsatı yaratıyor.
Toplumsal muhalefeti itibarsızlaştırmak yoluyla bastırmaya çalışan siyasal iktidar, polis şiddetini “tepkiler demokratik sınırlar içinde kalmalı” diyerek savunuyor. Hükümetin açıkça “milli tehdit” ilan ettiği cam grevi ise o “demokratik” sınırların işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Demokrasinin sınırları burjuvazinin ekonomik çıkarlarına göre belirlendiği ölçüde iş cinayetleri “fıtrat”, patronların güvenliği ise “milli güvenlik” kabul ediliyor. İşçiler “milli tehdit”, sendikacılar “ayak takımı”, halk ise “kemirgen” olarak nitelendirilirken Başbakan “ajan” olmakla suçladığı sermaye gruplarıyla bile uzun uzadıya küs kalamıyor.
İşçi sınıfının kazanılmış haklarını yasal düzenleme ve idari kararlarla ortadan kaldıran, hak arayışını polis gücüyle bastırmaya çalışan her türlü müdahale devletin sınıf karakterini yeniden deşifre ederken, “kimin devleti” sorusu da yanıtlanmış oluyor. Kent meydanlarına çıkmaları yasaklanan işçilerin geçen hafta TBMM önünde durmalarının bile engellenmiş olması ise Meclisin gerçekte kimi temsil ettiğini ortaya koymak bakımından sembolik bir önem de taşıyor. Tıpkı iktidar partisinin Cumhurbaşkanı adayını ticaret odasında açıklayacak olması gibi.
Evrensel'i Takip Et