Yaşamak konusunda
Yaşamak konusu bir bakıma kutsal bir konu. Nâzım Usta’nın “Belki bahtiyarlık değildir artık/ Boynunun borcudur fakat, düşmana inat bir gün fazla yaşamak” dizelerini durmadan tekrarlayarak direncimizi tazelememiz çok görülmemeli. Hele işçi sınıfının sınıf olduğunun her gün daha fazla farkında olduğunu görerek kıpırdandığını görürken. Gerçi güneydoğu sınırlarımızın ötesinde Orta Çağın daha gerisinde bir hareket de kıpırdıyor. Ve yaşama direncimizi kışkırtıyor. Toplumun ortasında yalnız kalmak biz yetmişli yaşları yaşayanlara göre değil. Ama içeride olmadan da yalnız kalabileceğimizi biliyoruz ve tekrarlıyoruz: “İçeride bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin/ Kuyunun dibindeki taş gibi /Fakat öbür yanın /Dünyanın kalabalığına öyle bir karışmalı ki/Sen ürpermelisin içeride /Dışarıda kırk günlük yolda yaprak kımıldasa”. Çünkü ideal uğrunda zorluklara katlanıp yaşamanın, ideal uğrunda ölmekten zor olduğunu ezbere biliyoruz.
Geçenlerde Va-Nu’nun Bu Dünyadan Nâzım Geçti’sini okurken Usta’nın yaşamakla ilgili notlarını gördüm. (Bu mektubun cezaevinden yazıldığını unutmadan okumak gerekli):
“...Üç türlü yaşamak var: birincisi, yaşadığının farkında olmazsın. Yani yaşadığını, yaşamak denen hadiseyi bütün azametiyle (ululuğuyla) idrak etmeden (kavramadan) yaşarsın. Yani, insanların büyük bir çoğunluğu gibi...
İkincisi, nerede olursan ol, hangi şartlar içinde bulunursan bulun, yaşamak bir saadettir senin için. Düşünmek, okumak, sevmek, döğüşmek, görmek, işitmek, çalışmak, işkence etmek, nefret etmek, hasılı bütün bu maddi ve manevi şeyler bir saadettir senin için. Yani bizzat yaşamak denen şey ne güzeldir. Bunu her an ve her şart içinde idrak edersin.
Üçüncüsü yaşamak sadece bir vazifedir senin için. Bazen ölmek nasıl bir vazife olursa, yaşamak öyle bir vazifedir. Verilmiş bir sözü yerine getirmektir. Benim için yaşamak denen hadise, ister hapiste olayım, ister dışarıda, ister sevgilinin eli elimde ay ışığını seyredeyim, ister hapishanedeki odamın tavanında yürüyen tahtakurusunu, yaşamak bir saadetti. Hatta sanırım, bizim Türk edebiyatında, ‘Yaşamak ne güzel şey’ diyen ilk şair kulunuzdur. Şimdi iş değişti. Yaşamak benim için sadece bir vazife oldu. İşte bundan dolayı da korkunç, kahrolası bir kuvvete ulaştım. Taşın, demirin, kuru tahtanın kuvveti... Hani cüzamlıların bedenleri hassasiyetini (duyarlığını) kaybedermiş ya, onların burunlarını yaksan hissetmezlermiş. İşte benim de ruhum, yani şuurum, yani beynim ve cümlei asabiyyem (sinir sistemim) o hale geldi. Artık ıstırap çekmeme imkan yok, fakat şahsen saadet duymama da imkan yok. Hayatımdan bu iki nesneyi attım. Tek kelimeyle söylemek icap ederse, fert (birey) olarak mevcut değilim. Sevgi, şefkat, merhamet, güzelin karşısında hayranlık falan filan gibi şeyler benden uzak. Gayet kuvvetliyim. İnsafsız, haşin, acı bir kuvvet değil. Çünkü, bunlar da bir çeşit cümle-i asabiye (sinir sistemi) işidir, hassasiyet meselesidir (duyarlılık sorunudur). Sadece kör bir kuvvet, tabiat kuvveti gibi bir şey. Niye bu hale geldim? Zayıf bir insanken, sadece insanken, ne kadar bahtiyardım? Niçin bu bahtiyarlığı kaybettim?
Niçin böyle kuvvetli bir insan oldum?
Bunun sebebi bir değil, yığınla... Yazmaya değmez...”
Bu günlerde hepimiz duyarlığımızdan birşeyler yitirdiğimizi duyumsuyoruz. Yaşlanmanın sonucu mu? Sanmıyorum. Ardımızda bırakacağımız dünyanın bu kadar ilkel, zırva olması, ömrümüzün boşa gitmesi anlamına geliyor, insanlık onurumuza dokunuyor belki de.
Sözlüğümüzde “iyi ki öldüm” cümlesi yok da...
Evrensel'i Takip Et