Kaynayan bölge: Ar ve haya!
Bölgedeki patlamalar, kurşuna dizmeler, top ve tank atışları, cephe savaşları, bombalamalar, politik-diplomatik manevralar ve martavallar, halkların katledilen duyguları, hayalleri, umutları, genç, ‘gepegenç’ çocukları, illa da çocukları; yaşamı yaşam alanını terkte bularak kaçışan ve sınır boylarını kapayan tanklar, dikenli teller barikatına takılan kadınlı-çocuklu-erkekli topluluklar; bu Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölge ülkelerinin toplamının ortak manzarasıdır. Sorumluları, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar sultan ve diktatörleri, İsrail, ABD, İngiliz ve Fransız sömürge politikacılarıdırlar. Temsil ettikleri mali sermaye ve tekellerin çıkarları üzerinde burada durmak bile gereksizdir. Emperyalizmin sömürgecilik, halkların ve ulusların iradesinin zaptu rapt altına alınması, kaynakların, pazarların, toprakların paylaşımı ve denetimi olduğu gerçeği, tüm canlılığıyla; halkların kan ve ateş içinde ve altında bırakılmalarıyla yeniden kanıtlanmıştır. Bölgeyi kana boğanlar, haktan, hukuktan, milletlerin iradesinden, demokrasi ve özgürlüklerden, halk için refah ve mutluluktan bahsedecek; bunları savunduklarını ileri sürecek kadar da ar ve haya yoksunudurlar. Riyakarlık, entrika, yalan burjuva emperyalist politikanın ve politikacılarının karakter özelliğidir. Kimi, “ulusal çıkarlarını savunma” adına, kimi, bizzat sorumluları arasında olduğu terörü “bastırma” iddiasıyla; kimi de, “demokratik düzeni koruma ve huzur ve güveni tesis etme” adına, durmadan kan akıtıyor, katliamlara imza atıyor; halkların bütün değerlerini yıkarak, tahrip ederek, onları birbirlerine düşman cephelere savurmaya çalışarak, saltanatlarını sürdürüyorlar. Bunu yaparlarken ne kendileri ve yakınlarının, ne de çıkarlarını temsil ettikleri büyük sermaye kesimlerinden kimsenin bir kaybı da olmuyor. Onlar ne cephede, sınırda, tank-top hedefinde, evleri yıkılan, bombalanarak yakınları ve kendileri katledilenlerin, işkence çekip sakat kalanların arasındadırlar, ne de bütün varlıkları yok edilen-yok olan evsiz-barksız aç-perişan insan yığınlarıyla göç halinde oradan oraya kaçışanlardandırlar. Kimi, süper lüks saraylarında, petrodolarların üzerine oturmuş, bütün sülalesiyle birlikte ihtişam içinde yaşıyor; kimi, evleri-büroları-yakınlarının mekanları para kasalarıyla dolu hırsızlık-rant payı, yolsuzluk komisyonu milyonlarca dolar ve Euro’yu saklama teknikleri ve yok gösterme entrikalarıyla bütün muhaliflerini kılıçtan geçirme yolları arıyor. Kimileri de-ki en büyük efendilerdir-hiç gizlemeksizin, uşaklarını bağlılık sınavından geçirerek, en sadık olanları aracıyla pazar ve etki mücadelesinde öne geçmeye; enerji, su ve maden kaynaklarını denetim altına almaya, ulaşım ve iletişimi kontrol etmeye; kaynakların aksamaksızın kendi ülkesine aktarılmasını sağlamaya çalışıyor.
Suriye’ ve Irak’taki gurka ve lejyoner çeteleri bu haydutbaşlarının eseridir. İsrail, Filistin’i vururken, ve IŞİD Suriye’de, Irak’ta bütün çağların en barbar yöntemleriyle halk kitlelerinin Şii-Hıristiyan, ya da Sünni mezhep ve tarikatlarından olsun, kendine biat etmemiş olanlarını katlederken; Rojava-Kobani’de Kürt halk kitlelerine,-dini,mezhebinden bağımsız olarak- ölüm kusarken, sırtını bu en barbar, ama en sinsi ve ikiyüzlü güçlere dayamıştır. İstanbul, Konya, Maraş, Antep ve Hatay’da kurdukları koordinasyon merkezlerinde, nerede ruhunu paraya, silaha ve “şeytana” satmış haydut varsa toplayıp, mezhep ve din farkı istismarıyla savaşa sürdükleri artık gizli-saklı değildir. Çetebaşı “Cihad komutanları”, it beslemecilerini açık etmekten kaçınmadılar. MİT’in başındaki adam, Suriye’ye iki bin TIR dolusu silah ve cephane gönderdiklerini söylerken, IŞİDciler Türkiye sınırını ülke içi topraklardan da kolay şekilde kullandıklarını, çatışmada yaralanan “savaşçılarının Türkiye’deki hastanelerde tedavi edildiğini”, kaç kez ilan ettiler. Türkiye yönetimi, Suudi Krallığı ve Katar Sultanlığı; bu çetelerin Cami bombalama, mezar yıkma, kendilerinden olmayanların kafasını kesme, kadın-çocuk-yaşlı ayrımı gütmeksizin katletme eylemlerini, “İslam’a aykırı” gördüklerini, laf-ı güzaf olsun diye bile söylemediler. Ama, T. Erdoğan, polis barbarlığından kaçarak bir camiye sığındıkları için, Türkiye’deki emekçileri “kutsal alana ayakkabıyla girmek”le suçlamaktan, “Cami’de içki içtiler”yalanıyla meczup saldırıların hedefi haline getirmekten kaçınmayacak kadar da “Müslüman”dır! Suriye’nin yakılıp-yıkılmasına desteğini gizlemeyen, dahası dolaysız tarafı olan Erdoğan, İsrail’in, Filistin’i katledilmesine, gösterişli-gürültülü laflar ötesinde bir tutumu da yoktur. Mursi’nin yanında durarak Tarikat-Şeriat “kardeşliği” davasının “eri” olduğunu ilan ederken, Maliki adlı kirli politikacıyı, “Şii” olması nedeniyle karşıya alacak kadar, mezhepçi; Alevileri, çocukları katledilen anneleri, hakları için direnen işçi ve gençleri yuhalatacak kadar da “merttir”!
Bu resim, burjuva yönetim politikasının “kişi” üzerinden çizilen resmidir. Kişiyle ilişkin özellikleri olmasına rağmen, hakim sınıf adına ve tüm çıkarcı çakal birliklerinin desteğinde, yunaklarda beslenenlerin alkışları arasında uygulamaya geçirilen daha genel, ve hakim sınıf adına “kolektif” politikadır.
Buna karşı yapılacak olan belli ve açıktır: yağmacı, mezhep, din ve ulus savaşlarını kışkırtıcısı bu politikaya karşı, mümkün tüm olanaklarla, en geniş güçleri seferber etmek; olası tüm biçimleriyle kitle mücadelesini yükseltmek gerekiyor. İlk örnekleri ortaya çıktı: Kürtler, Alevi temsilcileri, devrimci ve sosyalistler gösteriler yapıp sınıra yürüdüler, Rojava’ya desteklerini ilan ederek, IŞİD barbarlığını ve AKP hükümetinin mezhepçi, milliyetçi, gerici politikalarını protesto ettiler. Dersim’de ve başka bazı yerlerde protestolar gerçekleştirildi. Bu örneklerin ülke düzeyinde çoğalması, bölge ve ülke emekçilerinin birliği ve dayanışmasının örülmesine hizmet edecektir. Savaşçı, saldırgan ve ilhakçıların ar ve haya yoksunu ikiyüzlülüklerinin daha net görülmesi için de bu gereklidir.
Evrensel'i Takip Et