Evet #direngazetecilik! Ama böyle değil!..
Fotoğraf: Envato
Perşembe günü 91 basın meslek örgütünün oluşturduğu Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) Twitter üzerinden #DirenGazetecilik ve #BasınÖzgürOlsaydı etiketleriyle bir kampanya başlattı.
Pek güzel...
Ancak en başından söylemek lazım ki; sorunun tahlili, sorunu çözmek için seçilen yöntem ve kampanyanın mecrası hatalı.
Bu ilk defa olan bir şey de değil.
Neyin yanlış olduğunu açıklamaya çalışayım.
Twitter’da etiketler üzerinden başlatacağınız bir kampanyanın temel amacı farkındalık yaratmaktır. Oysa Türkiye’de basın özgürlüğü meselesinin temelinde insanların farkındalık yoksunluğu yatmıyor. Burası insanların politik olarak kutuplaştığı ve sorunları aldıkları pozisyonlara göre algıladıkları bir ülke. Yani etiketle ulaşacağınız kitlenin büyük bir kısmı basının özgür olmadığını ve olması gerektiğini zaten biliyor. Büyük bir kısmı da basının özgür olmadığını mesele etmiyor ya da zaten özgür olmaması gerektiğini düşünüyor.
TWİTTER: ÇOĞULCULUK, ‘ÇOĞUNLUK’A KARŞI
Türkiye’de Twitter’ın politik kullanımları incelendiğinde, iki çeşit yöntem görüyoruz. Bu iki yöntem ülkenin politik kutuplarıyla paralellik gösteriyor. Bir taraf derdini içerik üreterek, çoğulcu bir şekilde anlatıyor. Roboskî’de, Gezi’de sosyal medyayı başarıyla kullanan kitle bu. Diğer taraf ise tek merkezden paylaşılan bir etiketi yaymaya çalışıyor. Yani çoğunlukçuluk üzerinden etkili olmayı deniyor. AKP ve Fethullah Gülen cemaati bunu sık sık yapıyor. İki tarafın mecrayı kullanma etkinliğine baktığımızda çoğulcular çoğunlukçuları çok rahat domine ediyor. Sosyal medyada kalabalık olmak değil, içerik üretmek önemli. Türkiye’deki muhaliflerin sayısı görece az ama kültürel sermaye birikimleri çok daha fazla. Çoğulculuk üzerinden yürüyen her siyasi hareketin hedef kitlesi bu insanlar.
Ancak Twitter’da etiket üzerinden kampanya yaptığınızda içerik üretecek kitleyi tamamen pas geçiyor ve çoğunluğa yöneliyorsunuz. Çoğunluk üzerinden yapılan bir kampanya, muhaliflerin sosyal medyada kaybetmesinin tek yolu. Eğer Türkiye’de muhalif bir sosyal medya kampanyası yapıyor ve başarısız olma garantisi istiyorsanız, hemen söyleyeyim, kampanyayı etiketler üzerinden yapın. Kaybedersiniz.
Perşembe akşamı, Gonzo Insight araştırma şirketi Zete.com İnternet sitesi üzerinden #DirenGazetecilik kampanyasıyla ilgili verileri yayımladı. Kampanyanın etiketleri 40 bin kez paylaşılmış. Güzel değil mi, kampanya başarılı olmuş demek ki. Orada bir durun. En çok paylaşılan mesaj bir yandaş hesaba ait ve şunu diyor:
“Birisi #basınözgürolsaydı mı dedi?
Pardon daha ne kadar özgürlük istiyorsunuz?”
Bu mesaj tek başına 807 kez paylaşılmış. Bu rakama mesajı kopyalayanlar dahil değil. 807 retweetin ulaştığı kişi sayısı tweetreach.com’a göre 71 bin 100. Twitin görüntülenme sayısı 80 bin 296. Tüm #DirenGazetecilik kampanyasının ulaştığı hesap sayısı 119 bin. Görüntülenme sayısı 140 bin.
Yani yanlış metot kullanarak 71 bin kişiye savunduğunuz şeyin tam tersine bir mesaj göndermişsiniz. Bu sizin kampanyanızın destekçileriyle neredeyse kafa kafaya bir sayı. Yani kampanyanız yüzde 60 olumlu geri dönüş yaratmışsa, yüzde 40 da olumsuz geri dönüş yaratmış. Twitter gibi muhaliflerin büyük bir içerik üstünlüğü kurduğu bir ortamda bunlar facia yüzdeler. Hükümet eleştirisinin çoğu kez yüzde 95 üzeri içerik yarattığı bir mecradan bahsediyoruz.
YANLIŞ TAHLİL, YANLIŞ EYLEME YOL AÇAR
Buraya kadarki kısım kampanyanın ve mecrasının hatalı olması üzerineydi. Daha ince meselelere girelim.
Türkiye’de basın özgürlüğü meselesinin tahlili yanlış yapılıyor. Bu hatayı da bizzat gazeteciler yapıyor. Son yıllarda yanlış tahlil, sürekli yanlış metotlara yol açıyor. Üstte başarısızlığını göstermeye çalıştığım gibisinden kampanyalarla yerimizde sayıyoruz. Birden fazla hata var üstelik. Mesele, tarihselliğe oturtulmuyor. Sınıf perspektifine oturtulmuyor. Diyalektiğe oturtulmuyor. Kuru ve basitçi bir muhaliflik üzerinden yürütülmeye çalışılıyor. Bunun böyle olması tahlili yapıl(a)mayan sorunlara doğrudan bağlı.
Türkiye’de basın özgürlüğü sorununun tarihselliği ya hiç kurulmuyor ya da yanlış kuruluyor. Sanki her şey birkaç yıl önce AKP rejiminin otokrasinin dozunu arttırmasıyla başlamış gibi davranılıyor. Tarihsellik böyle kurulunca da basitçi muhaliflik kaçınılmaz oluyor. Daha köklü sorunlar teşhis edilmiyor ve dolayısıyla çözülmüyor. Oysa biliyoruz ki Erdoğan’ın 2010 referandumunun ardından Türkiye’de tesis ettiği otokratik rejim, 12 Eylül rejiminin evrimleşmiş hali. Onun kurumlarını, onun yapısını, onun ideolojisini şahikasına erdirmek üzerine kurulu. 1 Mayıs 1977 katliamıyla başlayan, 24 Ocak 1980 kararları, 12 Eylül 1980 darbesi, 1982 Anayasası, Özal iktidarı ve doksanların katliam rejimiyle devam eden bir sürecin son halkası. Bu, aynı zamanda Türkiye’de medyanın ve gazetecilik pratiklerinin tamamen değiştirildiği süreç. Gazeteci olmayan patronların medyaya sokulduğu, medya holdinglerinin farklı sektörlerde at koşturup devlet ihalelerine konduğu, gazetecinin sendikasızlaştırıldığı, mesleğin güvencesizleştirildiği; eğlencenin haberin, ticari-siyasi çıkarların kamu çıkarının önüne konulduğu bir süreç. Boyalı basının boyasının Özal hükümetleri tarafından sağlandığı, ilk özel televizyonun Özal’ın oğlu tarafından kurulduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Erdoğan, bu yapının üstüne geldi. Ana akım medya patronlarının daha önceki iktidarlara çıkarttırdığı yasalar sayesinde kendi medya tekelini kurdu. Şimdi dönüştürdüğü rejimin keyfini sürüyor.
SORUN SİSTEMDE
Demem o ki, mesele sistemden kaynaklanıyor. Medya patronları, yıllarca iktidarlarla birleşip zayıf, yılışık, itilmiş, kakılmış bir gazetecilik yarattılar. İş güvencesiz, örgütsüz, pısırık, otosansürcü ve bireysel bir yapı. Dahası bir kast sistemi; patronun iş takibini yapan yöneticiler, olan bitene sesini çıkarmayıp başka gündemlerle konunun üstünü kapatan, kendisinden başkasıyla alakası, egosu şişkin köşe yazarları ve en altta güvencesiz, sigortasız, örgütsüz, mutsuz, tutunmaya çalışan gazeteci ordusu... Bu öyle kendiliğinden olagelmiş bir yapı değil, tamamen kasıtlı ve ideolojik. Adına Ertuğrul Özkökizm diyelim.
Bugün medya kendini rejime karşı savunamıyorsa bunda aslan payı burjuva medyanın kanıksattığı Özkökizm’in. Kendi kovulduğunda ağzını açamayan, daha kötüsü arkadaşı kovulduğunda sesini çıkarmayan, eylemsiz, koyun bir medya yaratıldı. Sizin patronunuz bile sizden korkmuyorken, diktatörlük heveslisi niye korksun? Hakkınızı arayamayacağınız bu kadar aleniyken.
Eğri oturup doğru konuşalım. Medyaya ne oluyorsa gazeteci konfor alanlarından çıkmayı reddettiği için oluyor. Küçük burjuva hayatları, herkesin birbirinin sırtını sıvazladığı network’ler, kankacılık, ‘tanırım iyi çocuktur’culuk o kadar baskın ki kimse ağzını açamıyor. Açtığı zaman da bunu -sosyal medyada etiket kampanyası gibi- konforu bozmayacak nafile metotlarla yapıyor. Başka hangi sektör vardır ki, otuz yıldır devam eden bir baskı, bir tanecik iş yeri eylemine yol açmasın, üretim bir saniye bile aksamasın?
NE YAPMALI?
Toparlayalım. Türkiye’de basın özgürlüğü sorunu vardır, rejim bunun çekirdeğinde yer almakla beraber sorunun tek başına kendisi değildir. Dahası, bu sorun kitlesel farkındalık yaratarak filan çözülecek bir sorun da değildir. Eğer gerçekten #DirenGazetecilik diyorsanız önce gazeteciliğe oturtulmuş ve bir alay gazetecinin binlerce dolar kazandığı o kast sistemini yıkacaksınız. Kendi konfor alanlarınızdan ve küçük iktidarlarınızdan vazgeçeceksiniz. Gazeteci olmak, Cihangir’de pahalı risotto yemekten daha çok anlam ifade edecek. Köşe yazarları, sosyal medya kampanyası fikirlerinin mucidi kanaat önderleri, sigortasız çalışan editörlerle aynı sınıfta olmayı kendilerine yedirecek. Gazetecinin direnmesi için önce sınıf bilincine sahip bir gazeteci kitlesinin olması gerekiyor. Öbür türlüsü “oturduğun yerden diren köşe yazarı” oluyor. Faydası ya yok, ya da sırf kendine. İş yerinde örgütlemeyi beceremediğiniz direnişi, sosyal medyada örgütleyemezsiniz. O anca tribüne oynamak olur. #DirenGazetecilik kampanyasının kanaat önderlerini Gonzo Insight’ın araştırmasından çıkarmak mümkün. Mesela, Gezi’de sansüre uğradığı için istifa etmek zorunda kalan Artı Bir çalışanlarının yerine işe girip, sonra yine patrondan kazık yiyen zengin ‘anchorman’ için sosyal medyanın konfor alanı çok tatlıdır, bugün aldığı alkış bir sonraki kitabının satışına da mutlaka olumlu etki yapacaktır. Ama mesela daha üç hafta önce bizzat meslektaşlarının “dijitale geçtik oley” şamatası eşliğinde kapının önüne konan eski Radikal çalışanlarına ne faydası olur tartışılır. Eğer bir siyasi aksiyon paydaşlarına adaletli fayda sağlamıyorsa, bizzat o eylemin demokratikliği ve varlığı sorgulanır. Gazetecilik mesleğinin sorunlarının içini boşaltıp, kuru ve basitçi bir muhalefete dönüştürmek, ancak kast sisteminin devamını sürdürmeye yarar. Ancak medyada kurulacak bir sınıf eksenli mücadele, özgürlük sorununu çözebilir. Öbür türlüsü -bu örnekte de görüldüğü üzere- gölge boksundan öteye gitmiyor maalesef.
John Jonik
http://jonikcartoons.blogspot.com
- İfade özgürlüğünün sınırları? 17 Ocak 2015 01:00
- İslamcılık’ın panzehiri demokratik laiklik 03 Ocak 2015 01:01
- İslam'dan islamcılığı çıkarmak 27 Aralık 2014 01:00
- Sosyal travmanın Osmanlıcası 13 Aralık 2014 01:00
- Ak rejimin kültürel bataklığı 06 Aralık 2014 01:00
- Yılan kendi kuyruğunu yerse... 29 Kasım 2014 01:00
- Yeni Türkiye ulusu Amerika'yı keşfediyor 22 Kasım 2014 01:00
- Denize düşen Ak Rejim, Neonazi'ye sarılır! 15 Kasım 2014 01:00
- İki örnekte otomatik Türkiye basını! 08 Kasım 2014 01:00
- Bize ayrılan haberciliğin sonuna geldik 01 Kasım 2014 01:00
- Yandaşın sosyal medyasını da su bastı! 25 Ekim 2014 00:08
- Sıradan insan olmak gazeteciye yetmeyince 18 Ekim 2014 00:16