5 Ağustos 2014

Toplumun nasıl bir cumhurbaşkanı istediği ya da nasıl birine ihtiyacı olduğu son günlerin en başat gündemi.
Son 12 yılda AKP eliyle geldiğimiz nokta, toplumun önemli bir kesimini memnun etmiyor hatta endişelendiriyor.
AKP, insan etiyle beslenen sistemin temsilcisi hatta taşeronu olarak işlev gördü. Bunun bir devamı olarak Erdoğan’ın cumhurbaşkanı koltuğuna oturması ise pek çok insanın kabusu gibi görünüyor.
AKP, neredeyse bütün mevzuatı yeni baştan yazdı, ne için? Kurguladığı bu yeni düzeni, pürüz çıkmadan inşa etmek için. Pek çok alana el attı, el attığı alanda devletin daha hakim olduğu imajını yarattı: örneğin genel sağlık sigortası ile özel sağlık sigortacılık sektörüne devasa bir pazar açtı. İşte devletin bu şekilde işlev görmesine “piyasa dostu devlet”, “girişimci devlet” gibi isimler veriliyor. Sermayeyi, korunup kollanması gereken bir çocukla özdeşleştirerek böylesi icraat yapan devlete “sermaye için dadı devlet” de deniyor, ne güzel özetliyor değil mi?
Daha somut bir örnek verelim: AKP’nin iktidara geldikten sonra ilk değiştirdiği yasalardan biri İş Kanunu olmuştu. Sonra 2004’te çıkarılan Maden Kanunu ile madencilik sektörü piyasaya açıldı, 2010 yılında yasaya yapılan ek ile “rödovans” sistemi getirildi. Soma’da patlayan bu süreç, aslında madencilik sektörünü sermayeye sunmak içindi.
Peki Soma oldu da kimler yargılandı, yine aynı şirket üretime devam etmiyor mu? Baklava çaldığı için hapis cezası verilen çocukların olduğu bir ülkede devlet, aciz olduğu için mi Soma’nın sorumlularını yargılamıyor yoksa bu bir tercih mi?
AKP’nin bugüne kadar batı tarafından kabul görmesi de burada yatıyor: dünya üzerinde kapitalizmin geldiği aşamayı Türkiye’nin yakalayabilmesi. Çünkü Türkiye 1990’lı yıllarda neoliberalizmin ilk aşaması olan “kuralsızlaştırma” aşamasını geçmiş, devletin küçültülmesi için gerekli düzenlemeleri yapmıştı. Artık operasyonel aşamaya geçmek gerekiyordu. AKP, yüklendiği bu misyonu yerine getirirken dini de bu amaca hizmet etmek için kullandı. Buna kapitalizmin uluslararası örgütlerinin bir itirazı olamazdı, yeter ki görev tamamlansın. Bu arada Kasımpaşalı kabadayı tarzı nedeniyle vatandaşın yediği azarlar, ileri demokrasi yüzünden gerçek demokrasi olanağının kaybı, yerelleşme derken güçlü bir merkezi otoritenin inşası… Daha pek çok örnek sayılabilir. Bardağı taşıran son damla “üç ağaç meselesi” oldu.
Gezi Parkı Direnişinin özü, insanların yaşadıkları yerde özne olmak istediğidir. Yani yaşadığı kentte sözünü söyleyebilmek, alınan kararlara katılmak isteği... Bu durum karşımıza yepyeni bir anlayışı çıkarıyor. Şu ana kadar AKP, Gezicileri bilumum kötü şey olarak lanse edip, düşmanca halkına saldıradursun, bu gerçeği örtemez. İnsanlar artık devlet ile ilişkilerinde çocuk-baba ilişkisinden çıkıp eşit ilişki kurmak istiyorlar. Kanımca Gezi Direnişinin en temel mesajı budur. O yüzden bizim Cumhur Baba’ya değil bir kardeşe bir arkadaşa ihtiyacımız var.
Gezi mevzusu açılmışken: AKP, doğayı öğüterek onu “kâr kapısı” yapan zihniyetin günümüzdeki temsilcisidir. Taksim’de Gezi Parkı için mücadele edenler, Bergama köylüleri, Fırtına Deresi’nde HES yapımına karşı çıkanlar, Adana’da HES şantiyesini basan köylüler, Munzur’da çevre için mücadele edenler, ve de yürekleri bu kişilerle atanlar… Çankaya’ya baktıklarında bu zihniyetin bir temsilcisini hele de “çevrecinin daniskası”nı orada görmek istemiyorlar. Siz ki polisinizle kentlilere, jandarmanızla köylülere saldırmış, insanlarınızı katletmişsiniz.
Türkiye’nin özlediği cumhurbaşkanı, 1 Mayıs’larda işçilerle birlikte bayram kutlayan biridir. Kortejin en önünde de değil, arasında olmalıdır. İş kazasını “işin fıtratı” değil, önlenebilir olarak gören; dolayısıyla önlenmesi için ne gerekiyorsa yapan biri olmalıdır.
Kadınları, kontrol altında tutulması gereken şeytani yaratıklar olarak gören, bunun için azmettirici rol oynayan, kadının bedeni üzerinde kontrol kurmaya çalışan, gebe kadının göbeğinden rahatsız olan, kadının kahkahasını bile denetleyen bir zihniyeti bu ülkede cumhurbaşkanı olarak görmek istemiyoruz. Tam tersine kadın cinayetinde, cenazeye omuz veren birini istiyoruz.
Bu toprakların din, mezhep, etnik kimliklerini tanıyan, tek tipleştirmeyen, tam tersine varlığımızı zenginleştiren, yaşam hakkı tanıyan bir anlayış istiyoruz. Her bölgede nabza göre şerbet verip halkların umutlarından beslenenler yerine, gerçek anlamda barışı getirebilecek birini istiyoruz.
Kısaca, “2014 Türkiyesi’nde” insanlar yeni bir yaşam, yeni bir yönetim tarzı istiyor. Geçmişte yaşanan acıların “sil baştan” edilmesini, geleceği umutla görmeyi arzuluyor. Bunun anahtarı Selahattin Demirtaş’tır. Sandığa gittiğimde büyük bir keyif ve onur için oyumu Selahattin Demirtaş’a vereceğim.
Son olarak; bu seçimlerin AKP açısından “sonun başlangıcı” olması, bizler açısından da “yeni yaşam” için bir umut olması için herkesin sandık başına gitmesi gerekiyor.
Burada belki de en merak edilen, ‘Kazanmayacak adaya niye oyumu vereyim?​’ sorusuna verilecek cevaptır. Bizler her zaman kazanmak için değil, tarafımızı da belli etmek için bazen tercihlerimizi yaparız. Kaldı ki ezilenlerin cumhurbaşkanı olacağını söyleyen bir adayın benim gönlümde her zaman yeri vardır.
Nihayet son bir nokta, ikinci turda adayım seçilmez ise ne yapacağımıza ilişkindir. Bu noktada galiba hepimizin ortak olacağı aday yoksa, kimin olmayacağına karar vererek seçim yapmaktır. Ama mutlaka seçim yapmak gereğini bilerek ve hissederek sandığa gitme kararını vermek gerekir. Aksi durum mevcut sistemin devamına evet demek olacaktır. Karar sizin: Ya demokrasi ya da zorbalık.

Evrensel'i Takip Et