16 Eylül 2014 00:23

1. Dünya Savaşının 100. yıl dönümü

1. Dünya Savaşının 100. yıl dönümü

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bu yıl 1. Dünya Savaşının 100 yıl dönümü. Türkiye resmi tarihçiliği aslında 1. Dünya Savaşı tarihini de bir sis perdesi arkasında bırakmış vaziyette. Dünyada 100. yıl dönümü vesilesiyle birbirinden ilginç kitaplar yayınlanırken bizde elle tutulur bir yayın yok. Asıl hazırlık gelecek yıl Çanakkale Savaşlarının 100. yıl dönümü için yapılıyor. Bunun bir amacı da, Ermeni Soykırımının 100. yılı anmalarını dengelemek, ülke açısından ise örtmek.

Örneğin bu savaş yıllarında toplam 100 bine yaklaşan, taciri, askeri, bankeri, mühendisi vb. Alman varlığı olduğu halda, bu dönemin grift Türk-Alman ilişkileri de bir sis perdesine bürülü. Serdar Dinçer’in daha önce yayınlanan ‘Alman Belgelerinde Alman-Türk Silah Arkadaşlığı’ kitabı (İletişim Yayınları, 2012) bu sis perdesini aralayacak önemli çalışmalardan biriydi. Keşke birileri de Alman şirketlerinin o dönemdeki faaliyetlerinden, çılgın bir hızla devam ettirilen Bağdat demiryolunun macerasından bahseden bir çalışma yayınlasa. Neyse ki, yılın sonuna doğru  Dinçer’in yine bir sis perdesini aralayacak yeni bir çalışması daha yayınlandı: ‘Krup’un Bitmeyen Balkan Şavaşı’ (Favori Yayınları, 2014). Kitabın alt başlığı ise: Sürgün ve Soykırım. Kitabın iyi bir tanıtımı, Agos’un son sayısında Emre Can Dağlıoğlu tarafından yapıldı. Merak eden oradan okuyabilir.

Aslında 19. yy’ın bel epoque’u 1. Dünya Savaşı ile bitti. Asıl Modern zamanlar bu savaşın bitiminden sonra başladı. Eskinin o yitik, aristokrat, çok renkli dünyasını tanımak istiyorsanız. Mutlaka Stefan Zweik’ın ‘Dünün Dünyası’nı okuyun. Burhan Arpad ustanın nefis tercümesi ile.(Can yayınlarında yeni baskısı var.) Mesela, o dönemin Rusya’sını algılamak bakımından Soljenitsin’in ‘Ağustos 1914’ü de destansı harika bir kiyattır. Eski Rusya’nın ölüşünün destanıdır bu. Ne yazık ki, 70’li yıllarda Türkçe çıktı ama. Basan yok yeniden. Yazarı artık demode kabul ediliyor.

Bu aralar elimde, David Mitcell’in ‘1919:Red Mirage’ (Kızıl Serap) adlı kitabı var. Rus iç savaşından, ona yönelik müdahelelere, savaş komünizminden, anarşist kalkışmalara, Alman devriminden, İngiliz ve Amerikan grevlerine, İtalya’dan Fransa ve İspanya’ya sosyal kalkışmalara, Macar devriminden, etnik kalkışmalara, müthiş bir 1. Dünya Savaşı sonrası manzara sergiliyor. Ve 1919 Türkiye’sinin resmini de daha iyi anlamanız mümkün oluyor. Keşke Türkçeye bir çeviren çıksa. Aynı yazarın İngiltere’de yükselen radikal kadın hakları hareketini anlatan, ‘The Fighting Pankhursts’ diye harika bir kitabı daha var. İsveç Akademisi sekreteri, aynı zamanda Nobel Komitesi koordinatoru, Peter Englund da, ‘1914: Stridens skönhet och Sorg’ ( Savaşımın Güzelliği ve Acısı diye çevrilebilir). 1914 yılında Avrupa’da egemen olan ruh halini yansıtan son derece ilginç bir derleme. Savaş ilk patladığında insanların ne düşündüğü, savaşın naif ve romantik algılanışı ve sonra gerçeklikle yüzyüze gelme… Mesela, bu kitapta Franz Kafka, Wirginia Woolf, Robert Musil, Oskar Kokoschka, ya da Osmanlı ordusuna gönüllü olarak katılmış Arjantinli Rafael de Nigoras’ın duygu ve izlenimlerini okuyabiliyorsunuz. John Reed, Rilke, Szeig, Jünger, Thomas Mann, Hobsbawm, Barbusse, Max Brod da alıntılananlar arasında…

Son Anayasal İstanbul Hükümeti, 1. Dünya Savaşı sonrasında Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan Hükümetleri gibi İttifak Ülkeleri ile önce ateşkes anlaşması yaptı. Sonra ise savaş sonrası yeni uluslararası sistemi belirleyecek olan 1919 Paris Barış Antlaşmasının görüşmelerine katıldı.(*) Sonunda Sevr Anlaşmasının ağır cezalandırıcı koşullarını kabul etti. Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’ın kabul ettiği ağır koşullu barış antlaşmaları gibi. Maddeler arasında, bir Ermenistan ve Kürdistan’ın kurulması da vardı. Ancak, o sırada Müttefikler İstanbul’u işgal edip, Parlamentoyu kapattığı için, bunu onaylayacak bir Meclis yoktu. Yeni Meclis işgalden bir ay sonra Ankara’da açıldı ve bu antlaşmayı onaylamadığını bildirdi. Yani Sevr, daha doğduğunda  kadük kalmış bir anlaşma idi. O dönem uluslararası camiada en gözde kavramlarından biri olan ‘kendi kaderini tayin hakkını’ özellikle ABD Başkanı Wilson öne çıkarmıştı. Bu kavrama Sovyet Devrimi de sahip çıkmış, bu ilke çerçevesinde farklı milliyetleri kendi etrafında toplamıştı. Bunun anayasal bir hüküm olması, 90’lı yıllarda Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerini kolaylaştırmıştı. Ancak bu ilkenin benimsenmesine karşın, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları mirası üzerinde ulus devletlerin yükselmesi, çok can yakıcı ‘azınlıklar’ sorunu gündemin en başına yerleştirecekti. Osmanlı İmparatorluğu mirası üstünde yükselen yeni Türkiye Cumhuriyeti de, kendi uluslararası meşruiyetini, kendi kaderini tayin hakkına dayandıracak, Türklerin de kendi kaderine tayin hakkı olduğunu, Türklerinde imparatorluğun mazlum halkları arasında olduğunu savunacaktı. Hatta bir adım daha ileri giderek, Kürt halkının da temsilcisi olduklarını, bir özerklik planına sahip olduklarını açıklayacaklar, bu sayede, savaş sonrası, Ermeni soykırımı nedeniyle cezalandırılma endişesi altında olan Kürt egemenlerinin büyük çoğunluğunun desteğini alacaklardı.

(*) Bk. Margaret MacMillan, Paris1919: Six Months that Changed the World, Random House 2003. (Şanslısınız bu kitabın Türkçesi: “Paris 1919: Dünyayı Değiştiren 6 Ay” diye yayınlandı ve hâlâ mevcudu var)

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa