Geçici adalet, uluslararası ceza hukuku ve Kobanê
Fotoğraf: Envato
Bu hafta Cornell Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Türkiye ve Ortadoğu’da Melez Rejimler ve Geçici Adalet başlıklı konferansta hukukçular, sosyal bilimciler, tarihçiler ve aktivistlerle fikir alışverişi olanağı buldum. Geçici adalet siyasi değişim dönemlerinde geçmişte devlet tarafından işlenen suçların ortaya çıkarılması ve böylece yeni bir toplumsal barış ortamı yaratılmasını ifade eden bir kavram. Konferansın katılımcılarından ve alanın önde gelen uzmanlarından New York Hukuk Fakültesinden Profesör Ruti Teitel geçici adalet kavramının gelişimini üç tarihsel döneme ayırıyor. Buna göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaş suçları ve insanlığa karşı suçların yargılandığı Nürnberg ve Tokyo mahkemeleri birinci kuşak geçici adalet yaklaşımını oluşturuyor. İkinci kuşak geçici adalet ise 1970’lerin sonu, 1980’lerin başında başta Arjantin olmak üzere Güney ve Orta Amerika ve Doğu Avrupa’daki rejim değişiklikleri sonrasındaki süreçte ortaya çıkan yaklaşımları ifade ediyor. İkinci kuşak geçici adalet ceza yargılamalarından ve bireysel cezai sorumluluktan ziyade toplumsal barışma ve hakikati araştırma çabasının öne çıktığı bir yaklaşımı benimsiyor. Üçüncü kuşak geçici adalet ise Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan çatışma, iç savaş ve soykırım suçlarına yoğunlaşıyor. Bosna ve Ruanda mahkemeleri bu dönemin önde gelen geçici adalet örneklerinden. Bu dönemin en önemli özelliği istisnai bir hukuki süreci ifade eden geçici adaletin normalleşmesi ve kalıcılaşması. Teitel’a göre 1998’de imzalanan Roma Statüsü’ne dayanarak 2003’te faaliyete başlayan Uluslararası Ceza Mahkemesi bu dönemin karakteristik özelliğini gösteren bir kurum.
Mahkemenin Başkanı Sang-Hyun Song’un konferansta yaptığı konuşma uluslararası ceza hukukunun önemli bir dönüşüm geçirdiğini ve bu dönüşümün uluslararası siyasetteki değişime bağlı olarak önümüzdeki dönemde giderek belirginleşeceğinin işaretini verdi. Kenya Devlet Başkanı Uhuru Kenyatta’nın 2007’deki başkanlık seçimleri öncesinde etnik şiddeti körükleyerek insanlığa karşı suç işlediği iddiasıyla Lahey’de ifade vermeye çağrılması bu sürece dair ipuçları barındırıyor. İfade verdiği süre içinde başkanlık görevinden feragat edeceğini açıklayan Kenyatta 9 Ekim itibarıyla mahkemede görevli üç uluslararası hakimin karşısına çıktı. Önümüzdeki haftalarda hakimler davanın gidişatına ilişkin karar verecekler.
Konferansta Kobanê’deki durum ve uluslararası hukuka göre uluslararası toplumun sorumlulukları da tartışıldı. Amerikan dış politikası ve askeri stratejisine yansımasa da Kobanê konusunda belli bir kamuoyu oluşmakta. Rojava modeli bilhassa laiklik, kadın hakları, LGBT hakları, özyönetim, katılımcı demokrasi ve toplumsal adalet gibi noktalar açısından bölgenin en demokratik unsuru olarak ilgi uyandırıyor. Ne var ki kamuoyunun geniş kesimleri henüz bu konuda bilgi sahibi değil. Konuyla ilgili olanlar Kürtlerin bir soykırımla karşı karşıya olduğunun farkında, ancak Rojava modelinden habersiz ve bu açıdan ABD’nin Barzani’ye yardım ederken, bu yardımı Rojava’ya yapmaktan neden imtina ettiğini etraflıca değerlendiremiyor.
Konferansın katılımcıları Kobanê konusunda çok duyarlılardı ve Türkiye’de pek dile getirilmeyen bazı noktalara değindiler. Bunların en önemlisi Washington Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörü ve Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısının insanlığa karşı suçlar özel danışmanı Leila Sadat’ın Türkiye’nin 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndan doğan yükümlülüklerine dikkat çekmesiydi. 11 Ekim tarihli Le Monde gazetesinde Yves-Michel Riols’un Kobanê’yi Srebrenitsa’ya benzetmesinden yola çıkan Sadat, Uluslararası Adalet Divanı’nın Sırbistan’ı 26 Şubat 2007’de Srebrenitsa katliamına engel olmamakla suçladığını vurguladı. Türkiye’nin 1950’de onayladığı sözleşme bütün taraf devletlere soykırıma engel olma yükümlülüğü getiriyor. Soykırıma girişen tarafa herhangi bir destek sunulması ise yükümlülüğün yerine getirilmemesi yanında ciddi cezai sorumluluk doğuruyor. Uluslararası Ceza Mahkemesindeki görevinden ötürü Sadat’ın mütalaası doktrin açısından önem arz ediyor.
Günümüzde savaş suçları ve soykırımlar bütün dünyanın gözü önünde ve neredeyse canlı yayında gerçekleşiyor. Uluslararası medyanın yanında sosyal medya sayısız görgü tanığının ifadesinin anında kayda geçmesini mümkün kılıyor. Şüphesiz bu gelişmeler uluslararası ceza muhakemesinin önünü kanıtlar ve tanıklar açısından açacaktır. Geçici adaletin normalleştiği bir dünya siyasetinde soykırım mağdurları şikayetlerini uluslararası platformlara taşıyacaktır. Türkiye henüz Roma Statüsü’ne taraf değil ve o bakımdan Uluslararası Ceza Mahkemesinin yargı yetkisinde değil. Ancak Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nden doğan yükümlülükleri geçerli. Maalesef Türkiye’de bu konuda bilgilenmeye ve bilinçlenmeye ihtiyaç var.
- Türkiye-Suriye ilişkisi 18 Aralık 2024 04:58
- Ortadoğu’da yeni döneme girerken vaziyet 11 Aralık 2024 04:32
- Lindner’in komplosu ve Almanya’da seçimler 27 Kasım 2024 04:40
- Trump'ın zaferi: Enflasyon algısı ve 2008 sonrası aile şirketleri 13 Kasım 2024 04:08
- ABD’de seçimler ve yeni saflaşma 06 Kasım 2024 04:51
- Yeni Yeşil Düzen’in sergüzeşti 30 Ekim 2024 04:35
- Tırmandırarak gerilimi azaltmak 02 Ekim 2024 04:16
- AfD’li sınıf fraksiyonları ve aile/cinsiyet politikaları 11 Eylül 2024 05:03
- Saksonya ve Thüringen'de seçimler 04 Eylül 2024 04:30
- AfD'nin aile politikası 28 Ağustos 2024 04:15
- Thüringen'de nüfus, aile ve siyasi eklemlenme 21 Ağustos 2024 04:39
- Taşra ve siyasi kültür: Doğu Almanya'da seçimlere doğru 14 Ağustos 2024 04:22