Doğallık, gölün dibinde
51’inci yılında sansürle gündeme gelen Altın Portakal ulusal yarışmasındaki dert sahibi filmlerden biri Derviş Zaim’in Balık’ı. Başta belgeselciler olmak üzere birçok bölümden filmlerin çekildiği festivale katılmaya karar veren diğer ulusal yarışma filmleriyle birlikte, her filmde -Kutluğ Ataman’ın Kuzu’su hariç- okunan sansüre karşı bildirinin de imzacılarından. Sinemanın yüz yıllık tarihiyle ilgili etkinlikler bir yanda dursun, tarih bunu da yazdı şimdiden, sansürü ve sansüre karşı direnişi.
Film hem Altın Koza’da yarıştı, en iyi senaryo ödülünü aldı, hem de Altın Portakal’da yarışıyor. Balıkçı Kaya ile karısı Filiz’in hikayesi, kızları Deniz’in konuşmaması nedeniyle daha başlangıçta biraz buruk zaten. Filiz’in aklına, atadan kalma şifalı bir balığı bulup kızına yedirmek geliyor, onlara bakıp tükenmemelerini sağlamak da içinde. Batıl inançları kuvvetli bir kadın olduğundan, “Biz göle iyi davranalım ki göl de bize iyi davransın” gibi konuşmalar yapıyor. Kaya ise bunlardan utanıyor daha çok. Onun bulduğu çare, zararlı kimyasallarla bolca balık avlayarak daha büyük paralar kazanmak, belki de bir gün bu balıkların yetişeceği bir çiftlik kurmak, olursa. Olacaklar da bundan sonra oluyor. Zehir bu.
Derviş Zaim’in, Balık’ı da içine alan ve en az üç film olarak düşündüğü doğa temalı filmlerinin ilki, Devir idi. Burdur’da, hâlâ düzenlenen bir çoban yarışından yola çıkan bir konusu vardı. Civardaki kırmızı renkli kayalardan yararlanarak boyanan koyunları suyun öte yanına geçirmeye çalışan çobanlar ve yöre insanının başının büyük belası, boya çıkaracak taşları da yok eden maden ocağı oluyordu. Balık’ı eğer Devir ile bir üçlemenin parçası, onun tematik bir akrabası olarak düşüneceksek, onda olan iki temel unsurdan yoksun olduğunu görmek daha kolay. Birincisi, Devir’in doğayı da geleneği de mahveden maden ocağı hikayesine bağlanan, gerçek, ilginç, yer yer belgesel özelliği sayılacak unsuru, koyun yarışı. Benzer bir hikayesi olmayan Balık’ta göle iyi davrananlarla kötü davrananlar arasında masalsı bir çatışma kalıyor geriye. Dahası, o çatışmanın kötüsü, Devir’de dışarıdan gelen, kâr heveslisi maden ocağı, kapitalizmin temsilcisi iken, Balık’ın kötü adamı, ancak daha fazla balık tutmak için göle zarar vermeyi göze alan, üstelik bunu hasta kızını kurtarmak niyetiyle yapan bir gariban balıkçı. Bu yüzeysellik de, gölün derininde yatan, onu bu hale getiren yerine, üstünde görünenle ilgilenmek kadar, vahim.
İnsanın doğa ile ilişkisini eleştiren Devir’de sahicilik, doğallık ön plandaydı. Aynı mesajı vermeye çalışan Balık, en çok onu yitirmiş. Geriye, paranın kötü, batılın iyi olduğu bir kıssa kalmış. Oyunculukların, özellikle ilk sinema başrolündeki Bülent İnal’ın duyguyu yansıtmaktaki yetersizliği, kurgunun artık göze batacak hale gelen çapakları, benzer bir özensizliğin filmin her unsuruna yayılmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Doğallık, gölün dibinde belki de.
Aslında Balık’ın hiç üstünde durmadığı en anlamlı gerçeği, hasta çocukları için ellerinden geleni yapan anne babanın, aynı çaresizlikten besleniyor olması. Birbiriyle çelişen yaklaşımlar gibi görünse de, az bulunan bir balığı yaşatmaya çalışarak göle uhrevi bir kurtarıcı rolü yükleyen Filiz ile, kendi geçimlerine yeten balıkçılık mesleği, hasta kızının ihtiyacını karşılayamaz olunca, zehirle daha fazla balık avlayan ve sonunda yakalanan Kaya, sağlık sorunlarına herhangi bir kamusal yanıt bulamayan her emekçi kadar çaresiz hissediyorlar sadece. Balık’taki asıl trajedi bundan başkası değil.
Evrensel'i Takip Et