‘Makul şüphe’ meselesi (1)
Kirvem,
Bana öyle gelirki “zaman” denen şu uçsuz bucaksız şey her neyse, bunu, elimizden geldiğince hoyratça harcamayı milletçe hem iyi beceriyoruz, hem de bu hususta “usta”lığımıza evvel Allah diyecek yok!
Aslında zamanı mirasyedice bol keseden tüketip, bir bakıma har vurup harman savurup, böylece elimizin altından sabun köpüğü misali kayan, kuş gibi uçup giden, dahası da son salisesini de harcadıktan sonra gari kesinlikle “geri dönüş”ü asla olmayan bu meret şeyin “kıymet”ini geç de olsa güya anlayıp “pişman”lık duyuyoruz ama, nafile!
Nafile, zira “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” deyip kulaklarımızdan küpe misali asılması gereken bu ecdat yadigarı deyime rağmen, gerek mankafalılıkla, gerekse ipe sapa gelmez, saçma sapan inatçılıkla aynı “hata”ları, benzer “yanlış”ları neredeyse aynen “kopya” edip, böylece aklımız sıra lafla yürütmeye çalıştığımız peynir gemisinin her defasında kayalara oturduğunu gördükçe, bu kez de etrafımızda illa da bir “şamar oğlanı”, ya da “suçlu” arayıp, dolayısıyla kendi kendimizi sütten çıkmış ak kaşık misali temize çıkarmanın yollarını arıyoruz!
Nitekim ecdadımız Osmanlının mazide kalan mirasına konduktan sonra, şimdilerde önce cumhuriyetin “yüzüncü yıl”ına göz kırpıp, ardından da, hesapça Anadolu topraklarına ayak basan dedelerimizin nerdeyse “bin yıllık” geçmişini karşılayacağımız 1071 tarihine odaklanıp peşinen övünürken, diğer taraftan ne hikmetse hem “yeni Osmanlıcılık”, hem de “yeni Türkiye” sloganlarıyla gönül avutuyoruz!
Okey! Tamam! Peki “Eski Osmanlı”nın yanı sıra, keza “Eski Türkiye”nin gelmişini geçmişini bir kalemde silip, bu “eski” ama “eskimeyen dostlar”ın yerine; taze, tam da turfanda Çengelköy Bademi tadında “yeni”lerini acaba nasıl “transfer” edeceğiz Kirvem?
Mesela Osmanlı’nın “fes”ini kışkışlayıp, bunun yerine “medeniyet yuları” namıyla “kravat” ve mütemmim cüzi olan “şapka”yı getirenlerin ardından, günümüzün yeni Türkiye’sinin vitrinlerini acaba baştan aşağıya fes artı şapka, türban eksi tayyör, çarık çarpı yemeni, fistan bölü çarşaf “potpuri”si mi süsleyecek?..
Mesela Osmanlının şer’i hükümlere bağlı olan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye namıyla ünlü kanunu, 1926 yılında tedavüle giren Türk Medeni Kanunu’yla değiş tokuş edildikten sonra, “zaman tüneli”nde değişe değişe, nihayet gelip tosladığı şu zaman diliminin yeni Türkiyesi’nde, her biri başlı başına birer “Adalet Sarayı” olan bu cafcaflı binalarda, tam da bugün-yarın acaba hangi “makul” ölçülerde adalet dağıtmak için alelacele, sanki yangından mal kaçırırcasına paçasını sıvayıp duruyor Kirvem!
İçinde siyah keçi kıllarının cirit attığı tulum peynirine, her türlü sakatatın aynı bağırsak içinde doldurulup sucuk adı altında pazarlanmasına, kimisi kiremit tozuyla harmanlanmış baharatlara, kimisi kim bilir hangi sıçanların, hangi hamam böceklerinin cirit attığı fırınlarda pişirilmiş ekmeklere, kısacası daha bunun gibi bir sürü işlere “standart” belirlemekten aciz bir yeni Türkiye’de, “gariban” işçinin şu fabrikada, bu madende pisi pisine ölümünü, onun doğuştan gelen “fıtrat”ına bağlayan bu zihniyetle,
“yeni Osmancılık” veya “yeni Türkiye” sıfatıyla masallar uydurmakla memleket sathında işler yoluna girer mi, doğrusunu söylemek gerekirse bu hususta maalesef umutlu değilim, hatta eğri büğrü de olsa kendimce “makul şüphe”lerim var Kirvem!
Öyleyse?
Öyleyse devamı haftaya…
Evrensel'i Takip Et