07 Aralık 2014 00:58

Kalkınma sıkıntıları mı?

Kalkınma sıkıntıları mı?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Sosyal alanda yaşanan iktisadi kalkınma olayı fizik alanında yaşanan uçağın kalkış “take-off” aşamasına denk düşer. O esnada çok büyük sıkıntılar yaşanır; emek üzerine ağır yük bindiği gibi, sermaye sahibi de yüksek kârlarla kendisine emanet edilen toplumsal artık üzerinde har vurup harman savuramaz, tasarruf oranını yükseltir. Bu dönemde kamu bütçesi de yük çeker; sermayeye tanınan avantajlar nedeniyle vergi gelirleri sıkışır, sosyal harcamalar istenildiği düzeyde gerçekleşemez, devletin alt-yapı harcamaları yoğunlaşır vs. kısacası hem kamu hem de özel kesim ciddi yük altında kalkınma çabalarını sürdürmeye çalışır.
Böylesi olağanüstü sıkışıklık dönemlerinde uygulanan ekonomik sistemin özelliklerine göre toplum, açık veya örtülü olarak, baskılı süreçten geçiyor olabilir. Kapitalist sistemin ilk sanayileşme ve kapitalistleşme dönemlerinde özellikle İngiltere’de yaşanan Püriten ahlak ve felsefe anlayışı, Weber’in eserlerinden çok açık görüldüğü gibi, özellikle emek üzerinde ciddi baskı oluşturarak, emeğin verimliliğinin yüksek tutulmasında çok önemli rol oynamıştır. Kapitalist ekonomilerin kalkınma baskıları, bilindiği üzere, sömürgecilik dönemlerinde de çevre ülkeler üzerinde yoğunlaşmıştır.
Sosyalist toplumlar da kalkınma aşamalarında ciddi bürokratik sıkı dönemlerden geçmişlerdir. Mülkiyetin toplumsallaştırıldığı sosyalist ekonomilerde sosyal hizmetler kapitalist ekonomilere göre daha olumlu gelişmiş olsa da, ekonomik gerekçelerle yaşanan  genel sıkıntıda fazla bir farklılık görülmemiştir.
Türkiye’nin de böyle bir dönemden geçtiği ileri sürülebilir. Bu iddia fazla yanlış da sayılmaz. Üstelik, bugünün kalkınmış ekonomileri kalkınma dönemlerinde sömürgelerine dayanıyorken, Türkiye’nin böyle bir olanağı (iyi ki!) yok. Bu durumda, dış aleme atılamayan sıkıntıların içeride soğurtulması da kaçınılmaz olmaktadır. Tüm bu iddialar doğru olabilir. Ancak, benim burada paylaşmak istediğim konu, gelişmiş ekonomiler için tarih olmuş olan, Türkiye için ise güncel sıkıntılar değil, söz konusu sıkıntıların toplumda dağıtılma süreçleridir.
Şunu kimse yadsıyamaz ki, Türkiye’de kalkınma ve gelişme sancıları toplumda haklı dağılmamaktadır. Geçenlerde Türkiye’ye gelmiş olan Fransız İktisatçı Piketty dahi, ekonomimizin Japonya ile karşılaştırıldığındaki durumu ile zenginlerimizin adedine şaşırması herhalde sevinilecek bir şey olmasa gerek! Ne hazindir ki, TÜSİAD temsilcileri söz konusu iktisatçının servet vergisine şiddetle karşı çıkarken, aynı zatın zenginler sayısı ile şaşırmışlığına sessiz kalmışlardır. TÜSİAD temsilcileri zenginliğin ekonomiye katkı sonucunda elde edilmiş olduğunu ileri sürebilir. Sömürü kavramını da bir yana bırakarak, bu savın geçerli olduğunu kabul etmemiz durumunda da kendilerine şunu sorma hakkımız ortaya çıkıyor. Ekonomiye yapılan katkılar dolayısıyla ilgilileri kutlayalım ve alnından öpelim de, tasarruf oranının yüzde 12-13 aralığında gezinmesine ne buyuralım! Ulusal gelir düzeyinin fert başına gelirin bugünkünden çok daha düşük olduğu dönemlerde yüzde 20 ve üzerinde gerçekleşmiş olan tasarruf oranının bugün yerlerde sürünmesini acaba ilgililer bir şekilde açıklayabilir mi! Kalkınma dönemlerinde Japonya’da tasarruf oranı yüzde 40 düzeylerinin üzerinde seyretmiştir. İyi ki, Japon değiliz, sermayedarlarımız her halde intihar ederdi!
Mesele salt özel kesimle de sınırlı değildir. Kamu kesimine baktığımızda, lüks arabalar ve her türlü israf, maalesef, kamu kesiminde de devam etmektedir. Arap ülkeleri yöneticileri de sihirli ve görkemli saraylarda oturuyorlar. Ülkeler sarayları ile değil, kültür düzeyleri, sanatçıları ve dünya kültürüne yaptıkları katkı ile saygı kazanır ve anılır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa