Kürt sorunu ve ben (4)
Fotoğraf: Envato
1960 yılında, Bingöl’ün bir dağ köyünde, benim içinde bulunduğum çaresizliğin, zavallılığın, eli kolu bağlı kalmış olmanın toplumsal plandaki adına, o yıllarda yaygın bir deyişle “Bölgeler arası dengesizlik” deniyordu.
Bence yanlış bir nitelemeydi bu: Toplumsal, ekonomik ve kültürel koşullara bakarsanız, dengesizlikten de öte, o dönemde yurdumuz genel olarak sanki iki ayrı toplum yapısından oluşmuştu: Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile onun dışındakiler…
Şunu da söyleyeyim: Aslında, 1960’larda yurdun hemen bütün bölgelerinde kırsal kesim ile kentler arasındaki fark, uçurum gibiydi. Bingöl’ün dağ köylerine gelince bu fark, “uçurum”la falan anlatılamayacak kadar beterdi: Binlerce yıllık bir geri kalmışlık, böyle kolay lâflarla tanımlanamazdı.
Bingöl’ün bir dağ köyünde çağdaş eğitim, bence sağır bir öğrenciye piyano öğretmeye çalışmak kadar anlamsızdı. Yine de ben, çarelerden biri olan hayalciliğe sarılarak köyün altından usul usul akan derenin kimi yerde oluşturduğu gölcüklerin, uzun kış ayları boyunca buz tutmasına bakıyor ve burada, (İsviçre’de olduğu gibi), günün birinde kızlı erkekli gençlerin buz pateni yapabileceği düşlerini kuruyordum. (1960 yılında, Bingöl’deki İl Tarım Müdürlüğünde “teknik tarım elemanı” olarak görev yapan arkadaşım Vahap Erdoğdu, benim bu hayallerimi hatırlar sanıyorum.)
Gelin, şimdi bir de Göriz köyündeki kış kıtlığında açlığın nasıl yaşandığını her gün başka bir acı örnekle gören tıfıl bir öğretmenin yerine koyun kendinizi:
Çorba yapma umuduyla yazdan kalma ot köklerine ulaşmak için, karları buzları kırıp kazıyarak toprağa ulaşan ve “Acep ola ki, torpagin beyle dip tarafinde ot kökü buluniy?” diye umutla çabalayan insanları görmezlikten gelebilir misiniz?
Ot köklerini arama işi, aslında ölüm kalım meselesiydi: Evdeki loğusa anne, bebeğini birazcık daha emzirebilmek için, “Zabbahtan memesini yoguriy, sıkıp duriy”di.
Ve beslenemediği için sütü kesilen loğusalar için şöyle söylenirdi:
“Çorba bile yoksa ne yiy de süt veriy bu kari ha?”
Bense gözlerimi hiç ayırmadığım öğrencilerimin ne yiyip içtiğini merak ederdim. Üst baş, bunları hiç sormayın. Elleri ayakları kirli ve buz gibiydi çocukların. Sabah geldiklerinde üşümekten titrer dururlardı.
“Gelin şurada ısının.” diye ocağın yanına çağırırdım onları. Grup halinde nöbetleşe gelip ısınırlardı. Onlardan herhangi birini çekip, “Sabah ne yedin?” diye sorardım.
“Çay içtim.” derdi.
Başka biri de:
“Çökelek” derdi.
Ötekiler susardı.
Şimdi gelin de, dün okulda verdiğiniz yazma ödevini denetleyin çocukların… Hangi ışıkta, hangi masa başına oturup yazacaktı ödevini?
“Aferin” derdim, “Hepiniz çok iyi yazmışsınız...”
- Veda yazısı 01 Nisan 2019 19:40
- İki konu bir de sav söz 11 Mart 2019 20:05
- Atabaş'ın ardından 04 Mart 2019 19:30
- Ceyhun Atuf Kansu 25 Şubat 2019 23:10
- Fenerbahçe’nin Hâl-i Pür Melâli 19 Şubat 2019 01:19
- Beyin Göçü 12 Şubat 2019 00:33
- ‘Selim Ağbi’yi hatırlarken 05 Şubat 2019 00:00
- İstanbul Müzik Festivali 21 Ocak 2019 23:40
- Fiyatlar yasayla düşer mi? 08 Ocak 2019 00:24
- Ankara’da yeni bir dönem mi? 01 Ocak 2019 00:34
- Erdal Erzincan'la halk müziğimiz üzerine (2) 25 Aralık 2018 00:05
- Erdal Erzincan’la halk müziğimiz üzerine (1) 18 Aralık 2018 02:47