11 Aralık 2014 01:00

Neoosmanlıcılık ve ecdat meselesi

Neoosmanlıcılık ve ecdat meselesi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ile birlikte toplumsal muhalefet üzerinde baskının arttığı, dönüşümün hız kazandığı bir sürece de adım atmış olduk. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde siyasi iktidar ile eş güdüm sağlamakta kimi zaman zorlandığını aradaki mesafenin açılabildiğini gördük. Bu durumun ortaya çıkmasında hiç kuşku yok ki, Gül’ün siyasi kariyerinin geleceğini düşünerek “özgül ağırlığını” koruma ve toplumun daha geniş kesimlerinin desteğini arkasında yedekleme arayışının da önemli ölçüde payı vardı. Ne var ki, Gezi olaylarını izleyen dönemde derinleşen toplumsal kutuplaşma Gül’ün izlediği çizginin arkasını boşalttı. Doğal tabanı olan AKP seçmeninden uzaklaşmasına neden oldu.   
Bu dönemde Cumhurbaşkanı ile Hükümet arasındaki kimi zaman fazlasıyla belirginleşen çekişme ortamı bürokrasideki ve yargıdaki atamalardan bireysel hak ve özgürlüklere değin kimi alanlarda iktidar dışı kesimlere ufak da olsa bir hareket alanı yaratmaktaydı. Son süreçte ise bu hareket alanının giderek yok olduğunu ve Gülen Cemaati ile yapılan ittifakın da dağılması ile birlikte tek elden siyasi kadrolaşmanın hız kazandığını görüyoruz. Yine aynı şekilde geçmişte alttan alta dile getirilen Neoosmanlıcı arayışların bu kez yeni bir toplum modeli olarak çok daha kararlı bir şekilde önümüze sürüldüğüne şahit oluyoruz.  
Erdoğan’ın da iç ve dış kamuoyunda giderek artan sultan benzetmelerinden hoşlandığı anlaşılıyor ki, önce Çamlıca’ya selatin camii (Osmanlı’da sultanların yaptığı camilere verilen ad) arayışına girdi, sonrasında ise önceki sultanlar gibi kalıcı bir eser bırakma arzusuyla saray inşa edildi. Şurada hakkını vermek lazım ki, selatin camilerinin sultanların kendi kişisel servetlerinden inşa edilmesi hususundaki ayrılık bir yana bırakılırsa, gösterişli bir saray inşasındaki ısrarı “ecdadımızın” tarihsel tecrübesiyle önemli paralellikler taşıyor.
19. Yüzyıl süresince giderek artan ekonomik zorluklarla boğuşan Osmanlı devleti finansman sorununu aşmak için çareyi önce kaime’nin (kağıt para) dolaşıma sürülmesinde aramış, bunun yarattığı enflasyon dalgası sonrasında ise dış borca sarılmıştır. Osmanlı’nın 1854 yılında başlayan dış borç macerası 1881 yıllında devletin gelir kaynaklarının önemli bir bölümünün yabancı alacaklılar tarafından kontrol edilen Düyun-u Umumiye idaresinin yönetimine devredilmesine yol açmış ve 1914 yılına kadar bir yandan ödeme yapılırken diğer yandan yeni borçlar alınmaya devam edilmiştir. Aynı dönemde Osmanlı sultanları birbirinden gösterişli saraylar inşa ederken ülke halkı ağır borç yükü altında ezilmiş, Osmanlı’dan miras kalan borç yükü ancak 1954 yılında kapatılabilmiştir.
Kısacası Osmanlı geleceğe sadece sarayları miras bırakmamış yoksulluğa ve cehalete mahkum edilmiş bir toplum bırakmıştır. Kiminin ecdadı alınan borçların saraylarda sefasını sürmüş, kimisinin ecdadı da alın teriyle hatta canıyla bunun faturasını ödemiştir. Şu bir gerçek ki, saraydaki sultan ile kendini özdeşleştirenle bu halkın ecdadı bir değildir. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa