Sokağa çıkmanın karşılığı 'kan dökmek' mi
10 Aralık (dün), bütün dünyada “Dünya İnsan Hakları Günü” olarak kabul ediliyor. 10 Aralık’ın içinde bulunduğu hafta da “Dünya İnsan Hakları Haftası” olarak adlandırılıyor.
Bugün dolayısıyla ilgili ilgisiz kurumlar, çevreler ve kişiler açıklamalar yapıyor, raporlar yayımlıyorlar. Bu insan hakkı ‘edebiyatı’ yapanların dışında elbette, başta uluslararası prestije sahip insan hakları dernekleri ve çevreleri ile bu alanda ciddi çalışmalar yapmış insan hakkı savunucusu kişilerin son derece önemli çalışmaları da gündeme geliyor. Bugün vesilesiyle, insan hakları savunucuları “uyarılar” yapıyorlar, en önemlisi de insan haklarına yönelik devletlerin, hükümetlerin ihlalleri konusunda herkesin ciddiyetle düşünmesini sağlama amaçlı girişimler yapıyorlar.
İHD VE TİHV’NİN UYARI VE RAPORLARINA ÖNEM VERELİM!
Bu konuda ülkemizde de İnsan Hakları Derneği (İHD) Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) gibi, uluslararası prestije de sahip çok önemli iki kurum var.
Onlar elbette yılın her gününde, çeşitli vesilelerle bizleri uyarıyor, mücadeleye çağırıyorlar. Ama özellikle bu, “Uluslararası İnsan Hakları Haftası”nda hem uluslararası insan hakları çevrelerinin hem de İHD ve TİHV’nin açıklamalarını, raporlarını daha bir dikkatle ele almamız, kendimizle de bir muhasebeye girmemizin dayanağı olarak değerlendirmemiz önemli olacaktır.
İçinden geçtiğimiz tarihsel kesit, bölgemizde ve dünyanın pek çok bölgesinde savaş tamtamlarının çalınma temposunun hızla yükseldiği, komşu ülkelerde iç savaşa varan ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir dönemdir. Bütün bunlardan da öte Türkiye’de de insan hakları ihlalleri, önceki gün değerli İnsan Hakları Savunucusu Şebnem Korur Fincancı Hocamızın ifade ettiği gibi “1980-90’lı yıllara dönmüş” bulunmaktadır. Ve elbette Kürt sorununun demokratik çözümünü dayatmış olmasına karşın “Ana dilinde eğitim hakkı”nın Milli Eğitim Şûrasında bile gündeme alınmaması, Kürtlerin ulusal haklarının tanınmamasında ayak diremeye devam edilmesi, Alevilerin inanç özgürlüğü taleplerinin reddedilmesinde ısrar edilmesi, milyonlarca işçinin, emekçinin çalışma hakkı başta olmak üzere temel insan hakkı kabul edilen haklarının gasbedilmesi... Gibi temel insan hakları sayılan hakların sıcak gündem olduğu bir ülkede insan hakları mücadelesi bakımından da politik mücadelenin gündemini değerlendirmek çok önem kazanmıştır.
BİZİM İÇİN İNSAN HAKKI ONLAR İÇİN GÜVENLİĞE TEHDİT!
Türkiye’de insan hakları mücadelesi kuşkusuz ki çok ağır bedeller ödenen bir mücadele olmuştur. Sayısız aydınımız, gencimiz, bütün uygar dünyada, “tartışılmaz” sayılan ve “insan hakları” denilen hakları talep ettikleri, bunun için mücadele ettikleri için cezaevlerine atılıp yıllar boyu zindanlarda tutulmuş, işkence görmüş, idam sehpalarına çıkarılmıştır!
Hükümetler ise her zaman insan haklarında her adımı, her talebi “güvenlik tehdidi” olarak karşılamış; neredeyse “vatana ihanetle” eş değer bir suç olarak görmüşlerdir. Onun için de hükümetler (Milliyetçi ve özgürlük derdi olmayan dini çevrelerin de desteği ile) her vesileyle en temel haklara saldırmayı marifet edinmişlerdir.
Bunun son ibret verici örneğini şu günlerde de çok sıcak biçimde yaşıyoruz.
HALKIN GÖSTERİ HAKKINA ‘KAN DÖKME’ TEHDİDİ!
Artık her toplumsal olayı kendi iktidarına karşı bir “ayaklanma”, bir “darbe girişimi” olarak algılama paranoyasına sürüklenmiş olan AKP Hükümeti, sokağa çıkan yığınları sindirmek için de “Güvenlik Paketi” dediği (*) düzenlemeleri Meclis gündemine getirmiştir.
Bu düzenlemeyle Hükümet, “makul şüpheli(!) yaklaşımıyla en temel insan haklarından olan “özel hayatın dokunulmazlığını ortadan kaldırırken, “toplu gösteri hakkını” da fiiliyatta kullanılmaz hale getirecek düzenlemelerle de bir başka en temel hakkı ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
AKP Hükümetinin iradesini Erdoğan’a teslim etmiş Meclis çoğunluğuna dayanarak bu temel hakları ortadan kaldırma girişimine karşı HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş; “Bu yasayı sokaklarda engelleyeceğiz” diyerek bu temel hakları savunacağını söylemiştir. Bu, az çok özgürlüklerin olduğu her ülkede en masum muhalefet tarzıdır ve Selahattin Demirtaş, sokağa çıkmaktan söz ederken de vatandaşın, hükümetin istemediği bir icraatına karşı tepkisini ortaya koymasından söz etmektedir.
Demirtaş’ın bu söylemine karşı, Türkiye’ye gelmeyi bekleyemeyen Başbakan Davutoğlu, uçakta yanıt verdi: “Dökülecek her kandan Demirtaş sorumludur!”
TEHDİT ‘HERKESE’DİR; TUTUMU DA HERKES ALMALIDIR!
Böylece Başbakan Davutoğlu, eğer halk “Güvenlik Paketi”ne karşı sokağa çıkarak bir tepki gösterirse Hükümetin “kan dökeceğini” peşinen ilan etmiş olmaktadır.
Şu açık ki, Başbakanın bu tehdidi sadece Demirtaş’a değildir; hakları savunmak için sokağa çıkan ve çıkacak olan işçilere, emekçilere, Alevilere, Kürtlere, kadınlara, gençlere, çevrecilere... Hak mücadelesi için oluşmuş sendika, emek örgütü, dernek vb. tüm kurum çevrelerine de yöneliktir. Bu yüzden bütün bu çevreler Başbakan ve hükümetin bu pervasız hak ihlali saldırısına ve tehditlerine karşı papuç bırakmayan bir tutumu benimsemekle karşı karşıyadırlar.
Çünkü Davutoğlu’nun bir muhalefet partisinin “Sokağa çıkarız!” tutumuna karşı “Kan dökeriz!” tutumuyla karşı çıkması bugüne kadarki hak ihlallerine karşı saldırıların en pervasızıdır.
Evet geçmişte de hükümetler sokağa çıkanlara karşı çok sert tutum almışlardır, ama bugüne kadar hiç bir hükümet, “Sokağa çıkarız” diyen muhalefete peşinen, “Siz sokağa çıkarsanız biz de kan dökeriz ha!” diye yanıt vermemiştir.
Başbakanın bu tavrı artık tüm hak mücadelesi verenler ve tüm muhalefete bir meydan okumadır!
(*) “Güvenlik Paketi”, sadece gösteri hakkını ihlal etmekle de sınırlı kalmamakta, avukatların soruşturma dosyalarına ulaşmasının engellenmesinden, polisin keyfi gözaltılar yapmasına, “dinlemelerin” kolaylaştırılmasından “makul şüpheli” adı altında “önleyici gözaltılar” yapmasına kadar pek çok konuda özgürlükleri sınırlamaktadır.
Evrensel'i Takip Et