Kapitalist sömürü ilişkisini gizleyebilmenin başlıca yolu işçilerin sınıf aidiyetini belirsizleştirmeye çalışmaktır. Böylece toplumsal çelişkinin sınıfsal niteliği gizlenirken, mücadelenin sınıf temelli örgütlenmesi de engellenmiş olur.

İşçilerin sınıf aidiyetini belirsizleştirebilmenin başlıca yöntemi ise emek gücü piyasalarının parçalanmışlığından hareketle, sınıfın birçok farklı katmanını sanki sınıf dışıymış gibi yansıtmaktır. Buna göre işçilerin farklı sektörlerde çalışmaları, mavi yakalı- beyaz yakalı ayırımı, farklı gelir ve güvence koşullarına sahip olmaları yanında hayat tarzlarından siyasal tercihlerine kadar birçok unsur, onların artık aynı sınıf kategorisi içinde değerlendirilemeyeceğinin “delili”dir.

İşçi sınıfı kollektif kimliğinden kopartıldığı ölçüde işçi-işveren arasındaki sorunlar “münferit” bir nitelik kazanırken, emek gücünün sermaye ile arasındaki sömürü temelli çelişki sanki sistematik değilmiş gibi algılanır. İş cinayetlerinden yoksulluğa, işsizlikten güvencesiz çalışmaya kadar pek çok sorun kapitalist üretimin doğasından soyutlanır ve eşitsizliğin nedeni üretim ilişkileri dışında tanımlanır. Emek gücünü sınıfsal aidiyetine yabancılaştırmaya dönük olan bu yaklaşım, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu toplumsal desteğin de güvencesidir.

Bu ideolojik dayatma başarılı olduğu ölçüde sınıf bilinci zayıflamakta ve yukarıda saydığımız diğer unsurlar yanında zayıflayan sınıf bilinci de sınıfsal gerçekliği/çelişkiyi yadsımanın bir argümanı halini almaktadır.

Oysa sınıfsal çelişkinin tek belirleyicisi; üretim araçlarını denetleyenlerle, bunu denetleyemediği için emek gücünü satmak zorunda olanların üretim alanında girdiği maddi ilişkidir. Sermayenin artık değer yoluyla emek gücünü mülk edindiği bu sömürü ilişkisinde; istihdam ilişkisinin hangi sektörde kurulduğu, emek gücünün niteliği, tarafların siyasal tercihleri  ya da artık değerin kol emeği ile mi yoksa kafa emeği ile mi üretildiği sınıfsal aidiyet bakımından hiçbir önem taşımaz.

Kaldı ki günümüzde; ücretleri baskılayan, çalışma sürelerini uzatan ve kuralsızlığı istihdamın başlıca kuralı haline getiren esneklik uygulamalarının emek gücü piyasalarının tamamına hakim olması, sınıfın farklı katmanlarının çalışma koşullarını güvencesizlik temelinde birbirine daha fazla yakınlaştırmakta ve benzer hak ihlalleriyle yüz yüze gelmelerine yol açmaktadır.

Bunun en iyi örneği sürmekte olan Ülker ve Dora Otel direnişleridir. Biri sanayi biri hizmet sektöründedir. Ancak her iki işyerinde de çalışma süreleri çok uzun, ücretler ise oldukça düşüktür. Ülker patronu mütedeyyin kimliği ile bilinirken, Tüm Emek-Sen’in Dora Otel’de örgütlenmesini türlü hukuksuzluklarla engellemeye çalışan genel müdür ise “Aydınlık” okuru olmakla övünmektedir. Buna karşılık her iki işyerinde de işçiler sendikal haklarını kullandıkları için işten atılmıştır.

Öte yandan Eğitim Sen mensubu olduğu için yükselmesi engellenen onlarca öğretmen, aynı sendikasızlaştırma baskısının kamuda da ve kafa emeği için de geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki piyasalaşan eğitim sistemi öğretmenleri birer “işletme maliyeti”ne dönüştürdüğünden, diğer çalışma koşulları da güvencesizlik çerçevesinde giderek daha fazla eşitlenmektedir.

Örnekleri çoğaltmanın son derece mümkün olduğu bu tablo, emek gücünün farklı katmanlarının sınıf temelli ortak bir mücadeleye duyduğu ihtiyacı açıkça ortaya koyuyor. Bu durumda en büyük görev de sendikalara düşüyor. Sendikalar bir an evvel sınıfın tüm farklı katmanlarını kapsayacak ve birbirinden kopuk bir şekilde devam eden bu direnişleri birleştirecek örgütlenme modelleri geliştirerek sınıf mücadelesini siyasal alana taşımalıdır. Birçok sendika açısından oldukça yakıcı bir biçimde gündemde olan meşruiyet krizini aşmanın da tek yolu bu gibi görünüyor.

Evrensel'i Takip Et