12 Şubat 2015 01:00

Burjuvazinin devleti, işçinin sınıf gücü

Burjuvazinin devleti, işçinin sınıf gücü

Fotoğraf: Envato

Paylaş

15 bin metal işçisinin başlattığı grevin, Bakanlar Kurulu kararı ile sona erdirilmesinin, Türkiye İhracatçılar Meclisi tarafından büyük bir sevinçle karşılanması, hükümet-devlet-sermaye ilişkileri ile birlikte, bu güç merkezi ve kurumlarının işçi sınıfına karşı sınıf konumunu göstermesi açısından da önemliydi. (TİM) Başkanı, “Hükümetimiz taleplerimizi dikkate alarak Bakanlar Kurulu Kararı ile bu grevi erteledi, Hükümetimize bu karardan ötürü teşekkür ediyoruz ve bu kararı destekliyoruz” açıklamasında bulunurken, devletin, “ülkenin güven ve huzurunu korumakla görevli tarafsız bir kurum olduğu“ vaazının bir yalandan ibaret olduğunu da, yeniden ve bir kez daha açık etmiş oldu. Bu, 12 Eylül cuntasının tüm grev ve direnişleri yasaklamasının, dönemin büyük sermaye sözcülerinden Halit Narin tarafından yapılan “şimdi gülme sırası bizde“açıklamasıyla aynı karaktere sahiptir.
Proletarya ile burjuvazinin herbiri yönünden, kapitalizm koşullarındaki mücadelenin en önemli sorunlarından birinin, ücret-kâr ilişkileri kapsamında yaşandığı bilinir. Kapitalist kârını, işçi ücretini artırma çabasındadır. Birinin artı kazancı, ötekinin zararı, ya da aynı anlama gelmek üzere daha az kazanması demektir. İleri sürüldüğü üzere, bu mücadele, kapitalist patron(lar) ile işçi(ler) arasında, olmakla sınırlı kalmaz. Bu iki karşıt sınıfın ekonomik-sosyal, siyasal, kültürel-ideolojik mücadelesinde, devlet aygıtı, sermayenin en önemli organı olarak kavganın içindedir. Bu içindelik, polisiye-askeri müdahalelerle sınırlı kalmayıp devlet ve hükümetin hukuki, siyasal ve ideolojik fiili engelleriyle belirginleşir. İşçi-emekçi direnişlerinin, işçi grev ve gösterilerinin haklı gerekçelerinin olması, meşruiyet içinde gerçekleşmesi, yasal ya da yasalara karşın fiili sürdürülmesi, sorunun özünü değiştirmez. Aktüel örneklerinde yaşandığı üzere ve geçmiş hemen tüm işçi-emekçi direnişleri ve grevlerinde de gündeme gelmiş olan erteleme görünümlü ya da doğrudan yasaklamalar, bu ilişkinin niteliği ve mantığına uygun düşüyor.
Hükümet-devlet sözcüleri her fırsatta, hak-hukuk-demokrasi, özgürlük üzerine açıklamalar yapmaktan geri durmaz, “emeğin kutsallığı“ndan dahi ikiyüzlüce söz ederler. Onlara kanarak destekleyen işçi-emekçi sayısı da on milyonları buluyor. Buna karşın, milyonlarca işçinin en temel sosyal haklardan yoksun tutulmasını, sendikasızlığı, örgütsüzlüğü, işsizliği, yoksulluğu içeren ve ifade eden bir politikayı uygulamktan bir an dahi geri durmazlar. Ertelenen ve fiili olarak yasaklanan sadece grev(ler) de değildir; sendikalaşma oranı % 5’lerde, kamu emekçileriyle birlikte ve abartılı olarak % 8’lerde olmasına karşın, sendikallaşmak için çaba gösteren genç işçilere karşı patronlarla birlikte ve polis baskısını da kullanarak saldırgan bir sermaye kampı kurmuşlardır. Sosyal-ekonomik durumunu iyileştirmek için mücadeleye yönelen her işçi ve emekçi “güven ve huzuru bozmaya matuf eylemde bulunmak“la suçlanarak baskı görmekte, işsizliğe ve yoksulluğa sürülmektedir. SOMA örneği bu açıdan oldukça öğreticidir: SOMA’da 301 işçi, işletmenin hükümet korumasında neden olduğu iş cinayetinde katledildi, toplu katliam, Erdoğan tarafından, “bu işin fıtratında bu var“  denerek olağan gösterilirken, protestocular polis-askerin yanısıra, Başbakan ve müşteşarlarıyla korumalarının saldırısına uğıramışlardı.  Ardından, işletmelerin kapatılması gerekçe gösterilerek 2800 işçi işten atıldı. Hükümetin ya da diğer devlet kurumları-organlarının işçilerin bu açlığa ve yoksunluğa itilmelerine herhanği itirazı olmadığı gibi, 400 milyon liranın üzerindeki işçi tazminatına da el konmuş bulunuluyor. Tekel, Şişe-Cam, metal ve petrokimya işçilerinin grev ve direnişlerinde de benzer şeyler yaşanmıştı. Yüzlerce örnekten daha sözedilebilir. Ama burada sorun bunların ardarda sıralanması değil, egemen sınıf ve siyasal-askeri (polisiye) güçlerine karşı mücadelenin, proletarya ve emekçilerin kazanımlarıyla ilerlemesi için, yaşananlardan çıkarılması gereken mücadele dersidir.
Sermayeye karşı mücadelede işçi ve emekçilerin kazanımlarının sömürülen ve ezilenlerin kitlesel birliği ve mücadele kararlılığıyla bağlı oluşundan hep söz edilmiştir. Şu ya da bu tekil işçi direnişi, eylemi ve grevi sırasında da, dayanışma ihtiyacı ve gerekliliği dile getirilir. Birleşik Metal İş üyesi işçilerin başlattığı ve ertelenen (gerçekte yasaklanan) grev ile bağlı olarak bu ihtiyaç, haklı olarak yeniden öne çıkarıldı. Geçmiş işçi kuşaklarının kan-can bedeli mücadelelerle kazandıkları sendikal-sosyal ve siyasal kazanımlardan sözedilerek, bunların yığınsal destekle, yığınsal harekete geçiş ve sermaye ve devleti üzerine işçi-emekçi baskısıyla elde edildiklerine dikkat çekildi. Sözün özü, sınıf mücadelesinin çeşitli alanlarında yaşanmış olan farklı düzeydeki muharebelerin birikiminden öğrenmeden; her seferinde sanki mücadele içinde iki sınıf ve çeşitli türden örgütleriyle güçleri ilk kez karşı karşıya geliyor gibi hareket edilerek, sermaye cephesini gerileterek, kazanılmış hakları korumak ve geliştirmek mümkün olmamaktadır. Ve, kendi sınıfının deneylerinden sonuçlar çıkararak daha ileri mevziler tutmak için sınıf birliğini, emekçilerin diğer kesimleri dahil sömürülüp ezilenlerin taleplerini de sahiplenerek daha ileriden gerçekleştirmek, herkesten önce işçilerin sorunu ve sorumluluğudur. Tekil grev ve direnişler yaşandığında bir kenarda durup gelişmeyi izlemek, ya da en fazla sınıf dayanışmasından söz ederek grev ve direniş yerlerini ziyaret etmek yetmemektedir. 15 bin işçinin grevi-isterse yasaklansın- onbinlerce-yüzbinlerce diğer işçinin ve giderek yayılan emekçilerin desteğiyle büyüyebilseydi örneğin-bunun koşullarının olup-olmadığı ayrı bir tartışma konusudur-, kazanımların yanısıra, ciddi her yeni çatışmada, iki sınıfın öncü-ileri güçleri ve kurumları durumlarını bu yeni durum üzerinden ‘ayarlayacaklardı.‘
Bir diğer çelişki, sendika patronları ile sermaye ve hükümet/devlet işbirliği görüldüğü halde, onlardan işçiler yararına beklentiler içinde olmanın sürmesidir. Oysa, işçiler bu beklentiyi bir kenara bırakarak, örgütlerini kendileri kurmalı, her düzeyde yönetim organlarını, sınıf çıkarlarına bağlılık temelinde, demokratik yöntemlerle oluşturmalıdırlar. Bu yapılabildiğinde, sınıf düşmanının mevzilerine daha ciddi ve kapsamlı darbeler vurmak mümkün olacak, kazanımlar genişletilebilecektir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa