25 Şubat 2015 01:02

Gerçekler yine ayrıntılarda gizli

Gerçekler yine ayrıntılarda gizli

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Başbakan Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını harita üzerinde çalışırken ve ‘operasyona’ kumanda ederken gösteren fotoğraflarla desteklenen manşetlerle “tarih yazıldı”. 
Kullanılan görseller ve kahramanlık söylemleri yine gerçekliğin yeniden icadına hizmet etti. 
Şimdi bir adım geri çekilerek, fotoğrafın bütününe soğuk kanlı bir biçimde bakmanın zamanıdır. 
Algı yönetiminde mahir olan Hükümetin, ‘İç Güvenlik Paketi’ konusundaki sıkışmışlığını aşmak için herkesi milli bir ‘başarı’ duygusuyla kendi arkasında birleştirmeyi amaçladığına başyazarımız İhsan Çaralan dün dikkat çekmişti. Hükümetin seçim öncesi elini güçlendirme ve bölgesel mesajlar vermeye kadar bir dizi amacını da bunlara ekleyiniz.

O bayraklı, tanklı ve ‘bordo bereli’ manşetlerde aradan kaçırılmak istenen bir ayrıntı daha vardı. Astsubay Başçavuş Halit Avcı’nın ölümü. Ortada bir çatışma yoktu. PKK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan, Süleyman Şah Türbesi operasyonunun PYD ve YPG’nin bilgisi ve onayı ile gerçekleştirildiğini belirterek, “Tamamen tartışılmış, konuşulmuş ve ortak bir plan doğrultusunda uygulanmış bir harekat” olduğunu açıkladı. Karayılan, aynı açıklamada Türkiye’nin IŞİD ile de anlaştığını ve Süleyman Şah Karakoluna gidilirken IŞİD güçlerinin geri çekilerek askerlere herhangi bir müdahalede bulunmadığını belirtti. 

IŞİD ile anlaşıldığı iddiasını deneyimli Ortadoğu Muhabiri Robert Fisk de dile getirdi.
Bir cansızı getirmek için bir canlının hayatından olmasının önemsiz sayıldığı bir “ecdat kültürü” ve kahramanlık söylemi ile karşı karşıyayız. Kısa bir süre önce vicdani retçi  Mehmet Tarhan hakkında 15 ay hapis cezası ve 9 bin TL para cezası verilmişti. Zorunlu askerlik ve vicdanı ret hakkı, akıl ve vicdan sahibi herkes tarafından bu son örnek üzerinden şimdi bir kez daha düşünülsün.
Peki bu yaşanan ‘kaza sonucu asker ölümü’ bir ilk miydi? Hayır, Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarihinde bunun çok daha hazinleri vardı. 

Kıbrıs Harekatının ikinci günü olan 21 Temmuz 1974’de, bir istihbarat ve yönetim hatası sonucu Türkiye’nin kendi savaş gemileri Kocatepe, Adatepe ve Mareşal Çakmak, TSK’ye bağlı savaş uçakları tarafından art arda bombalanmıştı.  Kocatepe’nin battığı bu olayın bilançosu çok ağırdı; 3 subay, 13 astsubay ve 40 er olmak üzere 56 asker yaşamını yitirmişti.  

Bu tablo hep gerilere itilir ve “Şanlı Kıbrıs Barış Harekatı” üzerinden bir başarı söylemi öne çıkarılır. Sanki bu, o ‘başarı’nın tolere edilebilir bir maliyetiymiş gibi.

Eğer tüm bunlardan ders alınmış olsaydı, Türkiye tamamen bölgedeki güçlerin de bilgisi ve desteği ile ‘türbesi’ni getirmeye çalışırken böyle bir kaybı yaşar mıydı? 

Bu ‘operasyon’un perde gerisindeki bir başka gerçek ise, Başbakan Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında “kimin yönettiği” üzerinden bir rol rekabetinin olduğudur. 

Gözardı edilmeye çalışılan bir önemli ayrıntı ise, bu operasyonda birlikte hareket edilen güçlere dairdi. PYD ve YPG meşru bir güç olarak anılmak istenmiyor; onlarla iş birliği de bu nedenle ya perdeleniyor ya da inkar ediliyor.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın şu sözleri bunun kanıtıydı: “PYD bizim için terör örgütüdür.” (23 Şubat 2015)

AKP Hükümeti bugüne kadar hem İmralı’da Abdullah Öcalan hem de arada gidip gelen mektuplar üzerinden Kandil ile bir diyalog sürdürürken ve Salih Müslim başta olmak üzere PYD yöneticileriyle defalarca görüşürken, PYD ve PKK’yi kamuoyu önünde hep “terörist örgüt” diye andı. Bunu milliyetçi oy potansiyelini koruma amacına ek olarak, ‘diyalog’ yürüttüğü güçleri zayıflatmak adına da yaptı.
Peki Türkiye, Fransa’nın, ABD’nin, Rusya’nın IŞİD’e karşı mücadele bakımından ve bölgesel bir aktör olarak tanıdığı bu güçlerle ilişkisini eski söylem ve statüko ile nereye kadar sürdürebilir? 
Bugünün temel sorularından biri budur.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa