Muhafazakar ve liberal emperyalizm: Türkiye için sonuçlar
Fotoğraf: Envato
Geçen hafta ABD’deki 2016 başkanlık seçimlerinde dış politika ve güvenlik konusunun özellikle önemli olacağını vurguladım. Aslında bu konuların öne çıkmasını sadece seçim yarışının mantığıyla anlayamayız. 2008 kriziyle beraber ABD yönetiminin önündeki en büyük görev Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisi üzerindeki liderliğini tekrar tesis etmekti. İkinci Dünya Savaşından beri sermaye ihracatıyla öncelikle Avrupa ve Japonya ekonomilerini, daha sonra yükselen pazarları canlandırmaya yönelen ABD, bu coğrafyalarda ihracat artmaya başladıkça borçlanmaya ve bütçe açığı vermeye başladı. Kapitalizmin küresel yönetişiminden sorumlu olan devlet olarak ABD bu süreci doların hakimiyetiyle idare edegeldi. Obama yönetiminin başlıca amacı dünyanın en büyük finans, teknoloji ve tüketim kaynağı olan ABD’nin bu hakimiyetini tahkim etmekti ve bunu içinde bulunduğumuz anda başarmış durumda. Obama’nın bu misyonu, kendisini dış politika ve güvenlik alanında sınırları dikkatlice çizilmiş bir doktrin izlemekten alıkoydu. Obama için öncelik her zaman ekonomiydi ve dış politika konusunda kendisini bağlamayacak, bölgesel ve zamansal farklılık gösterecek, doktriner olmayan, pragmatik bir yaklaşıma ihtiyacı vardı. Bu yaklaşım Türkiye’deki hükümet gibi başka aktörler tarafından da Amerikan hegemonyasının çöküşü, tek-kutupluluktan çok-kutupluluğa geçiş gibi algılandı. ABD’nin 2008 krizini atlatmak için piyasaya sürdüğü dolarlar gibi, Obama pragmatizmi de AKP hükümetini sahip olduğundan daha büyük bir manevra ve etki alanına sahip olduğu yanılsamasına yöneltti. Gerçi hem Irak işgali sonrasındaki meşhur “çuval olayı”, hem de Libya, Mısır ve Suriye’deki gelişmeler bu yanılsamanın sahteliğini ortaya çıkartmış olmalıydı. Ancak Erdoğan’ın kendisini başkanlığa taşıyacak bir rejim değişikliği için şanlı bir zafere ihtiyacı vardı. Kim bilir, Özal’a nasip olmayan talih ona gülse belki “Bir koyup üç alabilirdi”; lakin heyhat!
ABD, Avrupa ve Japonya üzerindeki hakimiyetini Rusya karşıtlığı üzerinden tekrar kurarken ve İran’ı kendi sistemine entegre etmeye çalışırken, AKP bugün tıpkı dolarlar için olduğu gibi izlediği dış politika için de geri ödemelere başlamak zorunda kalacak. Amerikan seçimlerinde karşı karşıya gelen her iki güçlü Amerikan dış politika akımı, müdahaleci muhafazakarlar ve müdahaleci liberaller, Erdoğan liderliğini güvenilir bir müttefik olarak görmediklerini ilan etmiş durumdalar. Erdoğan’ın Suriye’ye müdahale konusunda anlaşabileceği Clinton ekibi bile Irak, Mısır, İsrail, Rusya, Çin politikaları yüzünden Erdoğan’la çalışmakta güçlük çekecektir. Clinton’ın karşısındaki olası Cumhuriyetçi adaylar an itibarıyla Scott Walker, Jeb Bush, Rand Paul ve Marco Rubio olacak gibi görünüyor. Adaylar arasındaki yarışta öne çıkan Walker ve Bush’un dış politikada henüz göze çarpan bir farklılığı yok. 1 Mart Tezkeresi ve Mavi Marmara olaylarından beri Cumhuriyetçiler AKP’ye açtıkları krediyi kestiler. Türk dış politikasında ciddi bir dümen değişikliğine gitmedikçe bu kredinin tekrar açılması için hiçbir neden yok.
Velhasıl, 2016’da iktidara Demokratlar da gelse, Cumhuriyetçiler de gelse AKP’nin işi zor. Çünkü ABD’nin ekonomik liderliğinin pekiştiği önümüzdeki dönem kim iktidar olursa olsun Obama’dan daha doktriner bir siyaset izleyecektir. Başka bir ifadeyle, ekonomik durumunu düzeltmiş bir ABD, artık siyasi ve askeri liderliğinin koşullarını daha açık ve kesin bir dille ifade edebilir hale gelecektir. Rusya, Çin ve İran blokunun ABD’yi dengeleme çabalarının, NATO’nun Soğuk Savaş sonrasındaki misyonunu nihayet daha net bir şekilde tanımlamasına vesile olacağından kuşku yoktur. Bu bağlamda, Beyaz Saray’a kim çıkarsa çıksın, Erdoğan’a ilişkin güven sorunu kalıcıdır. Tekrar güven kazanmak ya mümkün değildir, ya da güveni tekrar kurmak için büyük bir fedakarlık gösterilmelidir.
Bu koşullarda Erdoğan’ın mevcut pozisyonunu koruyabilmesi ancak Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasıyla mümkün olabilir, ancak böyle bir hamle –benim açımdan sorun teşkil etmemekle beraber– Türkiye’deki sermayedarlar tarafından kabul edilebilir değildir. Türkiye’nin sermaye, teknoloji ve pazar kıtlığı Rusya, Çin, İran tarafından karşılanamaz. Yine akılda tutmak gerekir ki; Türkiye’de devlet aygıtı NATO ittifakıyla bütünleşmiştir. Türkiye’de burjuva iktidarı hem Birinci Dünya hem İkinci Dünya Savaşı sonunda açık ve uzun vadeli bir tercih yapmıştır: Batı ittifakıyla beraber hareket etmek. Tek parti döneminde bu ittifakın temelini oluşturacak devletlerin savaşa girmesiyle burjuvazi “Bekle gör” politikası izlemiştir. ABD ve SSCB liderliğindeki ittifakın kazanmasıyla beraber ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiki olmayı hedeflemiştir. Bugünkü dünya ekonomik konjonktüründe ABD’nin hakimiyeti sayesinde burjuvazinin bu tercihini sorgulaması için hiçbir neden bulunmamaktadır.
- Türkiye-Suriye ilişkisi 18 Aralık 2024 04:58
- Ortadoğu’da yeni döneme girerken vaziyet 11 Aralık 2024 04:32
- Lindner’in komplosu ve Almanya’da seçimler 27 Kasım 2024 04:40
- Trump'ın zaferi: Enflasyon algısı ve 2008 sonrası aile şirketleri 13 Kasım 2024 04:08
- ABD’de seçimler ve yeni saflaşma 06 Kasım 2024 04:51
- Yeni Yeşil Düzen’in sergüzeşti 30 Ekim 2024 04:35
- Tırmandırarak gerilimi azaltmak 02 Ekim 2024 04:16
- AfD’li sınıf fraksiyonları ve aile/cinsiyet politikaları 11 Eylül 2024 05:03
- Saksonya ve Thüringen'de seçimler 04 Eylül 2024 04:30
- AfD'nin aile politikası 28 Ağustos 2024 04:15
- Thüringen'de nüfus, aile ve siyasi eklemlenme 21 Ağustos 2024 04:39
- Taşra ve siyasi kültür: Doğu Almanya'da seçimlere doğru 14 Ağustos 2024 04:22