07 Nisan 2015 01:00

Lozan mutabakatı ve ABD liderliği

Lozan mutabakatı ve ABD liderliği

Fotoğraf: Envato

Paylaş

2 Nisan’da İsviçre’nin Lozan kentinde bir araya gelen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeleri (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) ve Almanya’dan oluşan P5+1 grubu ve İran nükleer enerji müzakerelerinde bir anlaşma taslağı üzerinde mutabakata vardıklarını ilan ettiler. 30 Haziran’da nihai şeklini alacak olan anlaşma yeni bir dönemin arifesinde olduğumuzun işareti ve içinde bulunduğumuz dönemin en önemli diplomatik gelişmesi.
Lozan’daki diplomatik heyetlerin olumlu mesajlar içeren açıklamalarından sonra ABD Başkanı Obama Beyaz Saray’daki Gül Bahçesi’nde bir açıklama yaptı ve Amerikan kamuoyunu varılan mutakabatın iyi bir çözüm olduğuna ikna etmeye çalıştı. Obama’ya göre sıkı bir denetim altında olacak İran’ın anlaşmaya uymadığı takdirde bir nükleer bomba üretmek için en az bir yıla ihtiyacı var. Obama konuşmasında ekonomik yaptırım destekli Amerikan diplomasisinin hem dünya düzenindeki büyük güçlerin ABD girişimini desteklemelerine, hem de İran’ı müzakere masasına oturtmaya yaradığını vurguladı: “Evet, salt yaptırımlar İran’ın nükleer programını durduramazdı. Ancak bunlar İran’ı müzakere masasına getirmeye yardımcı oldu. Diplomatik girişimlerimiz sayesinde, dünya bizimle beraber durdu ve dünyanın büyük güçleri – Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, Rusya ve Çin, ve bunların yanında Avrupa Birliği – müzakere masasında bize katıldı”. (The White House, 02.04.2015) Başka bir ifadeyle Obama ABD’nin İran’ın nükleer programına ilişkin temel hedeflerini gerçekleştirirken, Amerikan liderliğini perçinlediğini iddia etti.
Kongre’deki Cumhuriyetçi çoğunluğun Lozan mutakabatını boşa çıkartacak girişimlerine devam etmesini engellemek için Obama Amerikan kamuoyuna az rastlanır bir açıklıkla seslendi: “Sırf biz istedik diye İran tıpış tıpış programına son verecek değil. Dünya böyle işlemiyor ve tarihin bize gösterdiği şey bu değil. İran eşine rastlanmamış yaptırımlar karşısında bile programının barışçıl amaçlarla sürdürdüğü kısımlarını iptal etmeye yanaşmadı. Eğer müzakereler, dünyanın çoğunluğunun adil kabul ettiği ve bizim bilim insanlarımız ve nükleer uzmanlarımızın [İranlılar’ın] bir nükleer silah üretmediklerine ilişkin bize güvence verdiği bir anlaşmayı ABD olarak bizim reddetmemiz yüzünden çökerse, bugünkü uluslararası yaptırımları devam ettirip ettiremeyeceğimiz bile kuşkulu.” (The White House, 02.04.2015)
Bu konuşmasıyla Obama Birinci Dünya Savaşı sonunda Milletler Cemiyeti projesini tasarlayan ancak Kongre’de onaylatmayı beceremeyen ABD Başkanı Woodrow Wilson’ı andırmaktaydı. Uluslararası ilişkiler literatüründe Wilson’ın başarısızlığı, ABD’nin Monroe Doktrini’yle ifade edilen 19. yüzyıldaki bölgesel yalnızlık siyasetine geri dönmesi ve çökmekte olan Britanya hegemonyasından devir teslim yapmayı reddetmesi olarak değerlendirilir. Kıta Avrupası’nda dengeleyici rolünü oynayan Britanya’nın bu işlevi yerine getirememesi ve ABD’nin bu işlevi reddetmesi üzerine uluslararası sistem yirmi yıllık bir krize girmiş ve sonunda İkinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Wilson gibi anayasa hukuku ve kamu yönetimi gibi konular üzerinde çalışmış bir akamedisyen olan Obama’nın Kongre önündeki sınavı nasıl vereceğine hep beraber şahit olacağız. Ancak şimdiden Lozan mutabakatının Obama’nın başkanlık döneminin en önemli mirası olduğu söylemek abartı olmaz. Geçtiğimiz Cumartesi günü (4 Nisan) İsrail’e yakınlığıyla bilinen gazeteci Thomas Friedman’ı Beyaz Saray’a davet eden Obama, ABD’nin uzun yıllardır devam eden Burma, Küba ve İran siyasetinde yaptığı değişikleri savunmuş. Friedman’ın “Obama Doktrini” adını verdiği yaklaşım bu ülkelere karşı bitmeyen yaptırımlar ve tecrit siyasetinden ziyade bunlarla ilişkilenmenin (engagement) ABD’nin temel stratejik hedeflerine hizmet ettiğini iddia ediyor (The New York Times, 05.04.2015)
Tabii Wilson dönemiyle Obama dönemi arasında önemli farklar var: Öncelikle Obama’nın karşısındaki muhalefet Avrupa kıtası ve Ortadoğu’dan çekilmeyi değil, tam tersine buralara askeri güçle müdahale etmeyi savunuyor. Ancak Obama’nın savunduğu çok taraflı diplomasi ve altı büyük güçten (P5+1) oluşan mimari tıpkı Wilson gibi yeni bir küresel yönetişim tasarımını ortaya koyuyor. Bu tasarımın gerekçesi çok açık: ABD kendisini zayıf düşüren uzun ve maliyetli savaşlara girmek istemiyorsa öncelikle Avrupalı müttefiklerinin, sonra Rusya ve Çin’in onayını almalı. Aksi halde mevcut yaptırımları bile devam ettiremez. Bu nokta da Almanya’nın fiilen büyük güçlere dahil edildiği ve Minsk’te Rusya’yla yürüttüğü diplomasiyle beraber artık ABD açısından Ortadoğu’da da oluru alınması gereken bir aktöre dönüştüğü aşikar. Alman Der Spiegel dergisi ise yeni dönemi şöyle özetlemiş: “Kim ABD’nin müttefiki, kim ABD’nin düşmanı? ... Artık kimse on yıllardan beri Ortadoğu’da kesin gözüyle bakılan birçok şeye sırtını dayayamaz.” (28.03.2015) “İsrail sana diyorum, Türkiye sen de anla!” diyerek bu tartışmaya devam edelim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa