SABIR

Ben hiç çiçek bilmem. Bununla övünmüyorum da. Ki, yazmışlığım var “güzel ağam”ın sonunda, “ben hiç çiçek bilmem ki” diye. Ama “sarısabır” diye bir çiçek duymuşluğum var. Bitişik yazılıyor, “Mikrobeta Türkçe Sözlük”e göre tanımı şöyle: “Zambakgillerden, sıcak bölgelerde yetişen, yaprakları oldukça yüksek bir sapın tepesinde rozet biçiminde toplanmış bulunan bir süs bitkisi (aloes).”
Esasen sabredip, hakikaten kara sarı beyaz artık hangisiyse, onunla sabredip “koku”dan söz açmak istiyordum. Kokuların bize açtığı kapılar, ilkgençlikte duyduğum bir kokunun bana şimdi anımsattıkları, Süskind’in romanı ve sonra çekilen film, elbette Proust, akabinde konuda dair okuduğum ufuk açıcı bir makale. Buydu niyetim ve “serinlik” umuyordum. Değil mi geçen hafta 1 Mayıs’tan söz etmiştim, bu hafta da serin konuşuverirdim. Çok muydu? Çok tabii ki. Hep beraber tekrar ediyoruz: Coğrafya kaderdir.

ASLAN

Diş hekimi olsam ve bana “dişçi” denilse, sanki biraz bozulurdum gibi geliyor. İki ihtimal var hissimin bu olmasında;isimlendirmenin rahatsızlık verici bir şey olduğunu ya birinden duydum ya da duymuşum gibi güvendim içimdeki hisse. İsimlendirmelerin, tasniflerin muhatapları için zor, sıkıcı, kimi zaman yaralayıcı olduğunu biliyorum. Züppelik gibi görünen, züppelik cihetinden okunmasının mümkün olduğu kimi şeylerin esasta öyle olmadığını ömrümce idrak ettim desem, başım ağrımaz. Şimdi bir baş ağrısı, hakiki baş ağrısıyla (biber gazı çok sıkıcı bir şey) yazıyorum.
Bir diş hekiminin (kendime uyarı: “Dişçi” dememeliyim) koltuğundayım. O an ağzımın tam ortasına vursa elimi kaldıramam. Çünkü aramızda, imzalanmamış ama uzlaşılmış bir sözleşme var. O benim iyiliğimi istiyor ve ben canımın yanacağından adım gibi emin bir halde tıpış tıpış ayağımla ona gidiyorum. Gidiyorum ki, beni tedavi etsin, sıhhate kavuştursun, sonra takdir ettiği meblağı tıpış tıpış ödeyip mevcut ağrıyla hayatıma devam edeyim. Sıcak ve soğuk o esnada düşmanım zaten. Çay da fersah fersah uzakta, rakı da.
Dünyanın büyük şehirlerinden, hatta bazı inanışa göre namlı büyük şehirlerinden (bunu bitişik yazdığında belediye sıfatı oluyor) biri olan İstanbul’un, en kalabalık kara toprağı Taksim’e çıkmaya çalışmak da, muktedire göre öyle (muktedir ona söylenen sıfatların tamamından rahatsız bu ara, bu konuyu tartışmadan geçiyorum). Onlara göre, ayağımızla Taksim’e çıkmaya çalışmalıyız, çalışsak da çıkamamalıyız, çıkamadığımız her yerde bizi muhtelif biçim ve araçlarla dövmeliler, sonra da şanslıysak evimize dönmeliyiz ve yaralarımıza (mecaz değil) merhem sürmeliyiz. Uzatmadan söylüyorlar yani. İnat etmek lafzı etmek, “çukur” bahanesi uydurmak gibi şeylere de ihtiyaç duymuyorlar artık. Onlar ormanın silah kuşanmış aslanları, biz de gözü çapaklı fukara şehir kedileriyiz. Meydanda da dünyanın en güzel yaş maması var.
Değil arkadaş, vallah değil. Derdimiz kısa: Vefa. Bu vefanın ne olduğunu muhtelif kereler söyledik. 77’den buraya çek çizgiyi. O çizginin tam üzerinde durmaya çalışan aslanlar, emin ol biziz. Diş hekiminin (dişçi değil bak) bana söylediği üzere, belki biraz “bakımsız” olabiliriz ama aslan biziz. Bunu, ben Beşiktaş’ta gene gördüm bu sene. Görmediklerimi de duydum: Ankara nam Engürü’den, Batman nam Êlih’tan, İçel nam Mersin’den ve dahasından. Ne diyor “Kara Tren Yol AlıyıCürek’ten” isimli o müthiş Arguvan türküsü? “Kara tren de yol alıyıCürek’ten/ Oturdum da bir of çektim yürekten/ Dediler ki yarin bu yıl gelmiyi/ O da benim gibi yansın yürekten/ Zalım eller bu sene bu sene bu sene/ Nere gidek bu sene bu sene”.

1 Mayıs 2015. Bir fotoğraf: Yüzlerce polisle ‘öcü gibi korkarak’ korudukları Taksim Meydanı’na Komünist Partililer hücum eder. Göstericilerden biri ters kelepçeyle yere yatırılmıştır. Köpek gelir, kafasını koklar süt kuzusu gibi. Cânım köpeğe polis ne yapar? Tabii ki tekme atar. Köpek ne yapar? Polis arabasının ardından koşturur, sonra.
1 Mayıs 2015. Bir an: Yenikapı’da inmişimdir, Aksaray’a (semt olan, Ankara’daki başka) yürüyüp taksiye binmişimdir. Taksici homurdana homurdana Kasımpaşa’da indirir. İnmiş ve yürümeye başlamışımdır çünkü her yer (ama her yer) kapalıdır. Çantasızımdır, üstümde delici kesici hiçbir alet yoktur, elim cebimde yürüyorumdur. Polis durdurur, halimi beyan eder, kimliğimi ibraz eder yürümeyi talep ederim. O ise yasak bir yolu yaya olarak talep etmemin bana zarar vereceği vehmi ve dahi bahanesiyle, adını sanını öyle koyarak beni “alıkoyar”. Yarım saat polis arabasının yanında öylece beklerim. Yanımda bekleyen polis adını bile söylemekten sakınır. Üstüm aranır, “alıkoyma” denen şeyin yeni bir ara form olduğunu öğrenirim ve sonunda “yahu yürüme özgürlüğümü de engelliyorsunuz?” dediğimde, rahmetlik Cemal Süreya’nın Kulaksız Mezarlığı’ndaki kabrinden adeta bir vaveyla yükselecektir: “Bugün özgürlük yasak”.
Nihayet, 1 Mayıs 2015’te de aş ekmek için, aşın ekmeğin görünür görünmez her türlüsü için sokağa çıkanları gaza boğdular, su sıktılar, kelepçelediler. Ben ise, şimdi adını verip bize ses etmeyen imamını ve cemaatini zor durumda bırakmak istemediğim caminin içindeki yoldaşlığı hiç unutmayacağım.  
Sabır sarı değil, aslan çok, aş kaynıyor. İş ki biz hep yan yana olalım. Yanmak da aşkın bir cüzüdür.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Ülkede 10 milyon kişi 25 bin liranın altında, açlık sınırı civarında bir ücretle çalışıyor.

65 yaş üstü nüfusun yüzde 13’ü geçinebilmek için, inşaat gibi ağır işler de dahil, çalışıyor.

Aile Bakanlığı verilerine göre 3 milyon 690 bin aile sosyal yardımla geçiniyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
MEB’in tarikatlardan sonra Ülkü Ocaklarıyla protokol imzalamasının ardından Ülkü Ocaklarının okullarda düzenlediği etkinliklerin propaganda ve eleman kazanmaya dönüştüğü iddiaları gündeme geldi

Evrensel'i Takip Et