10 Mayıs 2015

Başarılı operasyonlarda iliştirilmiş değerlerle dolaşan, pazarda kendine ‘yer edinip’ etraflarına ölümcül ilişkiler yaşatan insanlarla karşılaştığında ‘gelecekte anımsamak için bugünümüzden ‘iyi şeyler’ bulabilecek miyiz?’ diye düşündü. Masanın başına oturduğunda yazacağı yeni yazılar, çıkacağı yeni yolculuklar için küçük küçük kâğıtlara yazdığı eski notlarını incelerken, yıllar önce başlayıp da sürdüremediği günlüğüne takıldı gözü.
Günlüğün sayfalarını karıştırmaya başladığında ilk notlarında takıldı. İnsanlığın yaşadığı bunca yıldan sonra ne değişmişti iyiden, güzelden yana? Henüz Oğuz Atay’ın yok sayıldığı, genç okurun yeniden keşfetmediği ve kimilerince ‘içinin boşaltılmadığı’ günlere ait üç ayrı notla başlamış günlüğüne…
17 Aralık 1985
… Kendimle konuşmalar… Hiç kimseye mektuplar… Belki de Oğuz Atay’ın yazdığı gibi: “Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız.”
18 Aralık 1985
…Oğuz Atay’ın ‘Günlük’ünden bölümler okudum. Ömer Madra ile Enis Batur Milliyet gazetesinde “Yarıda Kalan Eserler” başlığıyla, yazarların ölümüyle yarıda kalan eserlerini yayınladılar. Necip Fazıl’ın “Kafa Kağıdı”nın ardından Oğuz Atay’ın “Günlük”ü de yayınlanmıştı. Diziyi sürdürdüler mi bilmiyorum. ‘Günlük’ten çok önemli bir bölüm: “Türk romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından habersiz oluşundadır. (…) Kültürsüzlüktür. Ve en önemlisi, ne kendini ne gerçeği sezememektir. Sezgisizliktir. Duyarsızlıktır. Kapıkulluğudur. (…) Bunları yazmanın da bir yararı yoktur aslında. Kişilik kazanmamış bir yarı aydınlar ortamında, kimsenin yarım yamalak düşünce ve duygu ‘müktesebatı’nı’ irdelemeye, kendi edinimleriyle hesaplaşmaya niyeti yoktur çünkü. Herkes kendinden o kadar memnundur ki, bütün endişesi esnaflığını nasıl sürdürebileceğidir, dükkânda mallar eksik olmasın, yeter. Bu mal, köylünün sefaleti, işçinin direnmesi, ya da küçük burjuva aydınının bunalımı olabilir, fark etmez. Esnaf ve tezgâhtar için bütün mallar satılabildiği ölçüde makbuldür. Köy romanı piyasasında durgunluk mu var, biz de şehre taşınırız, olur biter. (…) Esnaf için bu sözlerin sarsıcı bir etkisinin olacağını sanmıyorum. Ama henüz çetelerin şartlamadığı gençler varsa, yaşı ne olursa olsun kafası, yüreği genç kalmış olanlar varsa belki bu sorunlar üzerinde düşünür diye umuyorum.(…)”
19 Aralık 1985
“…Biraz uzunca süren bu ‘perde arası’, bilindiği üzre, yazarın ve (başoyuncunun) ölümü gibi önemli bir sebepten doğmaktaydı. Ama ikili bir başka sebep daha vardı gizlenen, Oğuz Atay’ın, kendi deyişiyle ‘yaşarken unutulup gitmiş’ olması şundandı: Çeşitli romanlar, öyküler ve bir (bir?) oyundan oluşan TEK yapıtı, ‘destanını yazdığı’ Türk aydınını fena halde ‘yere çarpmış’tı. Ve o aydınlar, bu sarsıntıyla ‘titreyip’ kendiyle hesaplaşmaya başlayacakları yerde, onu, edebiyatını yapayalnız ve gene kendi deyişiyle ‘yarım yamalak’ dünyasını kıskanıp, onu ‘unutmayı’ yeğlediler…” Bunları yazıyordu Ömer Madra, Oğuz Atay’la ilgili yazısında. (Oğuz Atay’ın dünyası. 27. 01. 1984, Milliyet)

DÜŞ VE GERÇEK

1980 ve 80’ler yalnızca bizde değil tüm dünyada -geri dönüşümsüz- köklü toplumsal değişimlerin yaşandığı, hayatın kirletildiği yıllardı.
Andy Warhol’un “herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak” dediği günden bu yana bu ‘öngörünün’ gerçekleştiğini gördük. Meşhur olmak, şöhret öylesine yakıcı bir ateşten gömlekti ki her şeyi kirletti; giyeni de yaktı, çevresini de toplumu da.
‘Yükselen değerler’ sunumuyla geçildi ‘Cilalı imaj devri’ne. Geçmişin tüm değerleri, erdemleri küçümsendi, itibarsızlaştırıldı. Bireycilik, bencillik, yükselme hırsı ve tabii ki lüks tüketim kışkırtıldı, özendirildi, kutsandı. Cilalı imaj devri’nden ‘psikopati çağı’na geçişin yollarına altın varaklı taşlar döşendi.
Psikolojik savaş masalarında yazılan bireysel yükseliş hikâyeleri, ‘kitlesel imha aracı’na dönüştürülen medya üzerinden pazarlandı. Omurgasızlaştırılan birey için artık her yol mubahtı. Tüketim toplumunun araçları da bu dönüşüme hizmet etmekteydi. Kredilerle, banka kartlarıyla, medyanın, özellikle de televizyonun ‘beyin yıkama’ programlarıyla kuşatılan, sıkıştırılan birey için kaybedecek bir şey kalmamıştı. Bunlara bir de sistemin bilinçli olarak dayattığı ve sunduğu “derin cehalet” eklendiğinde, istenilen toplum mühendisliği başarıyla tamamlanmış olmaktaydı. Dostluk, dayanışma, sevgi duyguları yok edilmişti. Sonrasında düş ve gerçek, kurgu ve gerçek, hayat ve şov birbirine karışır.
Yoksul halk yığınları sorunlarına, kendi hayatlarına, aydınlar da kendilerine ve toplumlarına yabancılaştırılmıştır. Tüketim ve show toplumunun ‘iyi tüketicileri’ olanlar makbul insana dönüştürülüp cilalanırken bir duruşu, kimliği ve kişiliği olan, direnen birey ise sistem tarafından kuşatılmıştır.

TRUMAN SHOW

Truman Burbank, kartpostalları aratmayacak güzellikte bir adada yaşamaktadır. Bir işi, evi ve çok sevdiği karısı vardır. Ancak Truman dışında herkes bunun bir oyun olduğunu bilir. Truman’ın yaşamı gerçek sandığı bu stüdyolarda tam otuz yıldır, aralıksız olarak ve reklam vermeden 24 saat boyunca canlı olarak televizyonda yayınlanmaktadır.
Truman’ın annesi, babası ve eşi kısacası tüm ailesi de sahtedir. Bir gün sudan korkutulmaya çalıştırılmak için, kayıkta babasının denizin dibinde boğulma sahnesi yaratılmıştır. Truman, bunların farkında değildir: anlamaz, şüphelenmez. Ta ki öldüğünü sandığı babasını görene dek. Truman 30 yaşına girdiği bölümde dizinin yönetmenine direnir ve sonunda gerçek dünyaya ulaşır.

Evrensel'i Takip Et