Kirvem,
Aslında senin de zaten ezbere bildiğin gibi, şu bizim “cennet” vatanımızın “aziz” topraklarının “politika” sahnesinde yaşayan “aktör”lerin bir kısmı çoktan rahmeti rahmana kavuşmuş, kimileri ömürlerinin son demlerini köşeye çekildikleri yerlerde torun torbalarıyla paylaşırken, kimileri de tam da şu günlerde ülkemizin her derde deva “siyaset şöleni”nde şu ya bu partinin mutfağında “aşçıbaşı”, “yamak” ya da “bulaşıkçı” kadrosunda yerlerini almış, dolayısıyla önümüzdeki günlerde memleket sathında fokur fokur kaynayacağı gün gibi aşikar olan siyaset “kazan”ından nasıl “nema”lanacaklarının inceden inceye hesaplarıyla ortalıkta cirit atıp duruyorlar…
Ezelden beri, keza bugün bu saat bittabii ki önce vatan, sonra millet aşkına kaynatılan bu “cadı kazanı” nedeniyle meydanlarda, birbirlerine demedik laf, etmedik hakaret bırakmayan bu “aşçı”ların “kukuleta”ları düştükçe, kelleri sanki yüz mumluk ampul misali biraz daha mı parlıyor ne!
 Hesapça halkın, özellikle de fakir fukaranın, dar gelirli vatandaşların, tüyü bitmemiş yetimlerin, üç kuruş on paraya yerin bilmem kaç metre derinliğindeki maden ocaklarında veya inşaatlarda, tersanelerde karın tokluğuna çalışan işçilerin “ali menfaat”leri uğruna kaynattıkları bu kazanlarda kullandıkları ve kendilerince saf, berrak “bembeyaz” olan “tuz”ları, diğerlerine göre tam aksine “katran karası”yken, öte taraftan iş, arada bir dönüp dolaşıp, akabinde de, o ne idüğü belli olmayan “milli lezzet”lerle donatılmış “milli muhabbetler sofrası”na gelince, nedense, ne hikmetse önceleri birbirlerini bir kaşık suda boğmaktan yana didinen bu “usta aşçı”ların ecdat yadigarı olan paslı kepçeleri, kevgirleri, satırları, anında “milli hassasiyet teknesi”nde arap sabunuyla güzelce yıkanıp, aklanıp paklandıktan sonra, bu kez de ele güne, dosta düşmana karşı “milli mutabakat”ın en muteber, en lezzetli milli yemeği olarak el birliğiyle sunuluyor!
Osmanlı ecdadımızın mutfağından devraldığımız “hünkarbeğendi”li bu “milli miras”ın yanı sıra, keza cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren günümüze gelinceye kadar inşallah, maşallah yakarmalarıyla köşesinden bucağından Allah’ın izniyle günün birinde yakalamayı düşlediğimiz “muasır medeniyet sofrası”ndan “kırıntı” kabilinden de olsa nasibimizi nispeten aldık, alıyoruz ama, öte yandan da giderek “milliyetçilik sosu”na bulanmış bu “milli yemek kültürü”nün de ne yazık ki hepten kölesi olduk!
İşte mesela, sırf misal babında da olsa yüz yıl önce ülkemizin mutfağında yaşanmış, “isot” tan çok daha acı olan tarihi bir olayın üstünü örtmek veya mutfak tezgahının altına süpürmek gayretiyle “soykırım” yerine illa da”sözde” nitelemesiyle bir bakıma “inkar”a kalkışmanın, hani amiyane tabiriyle boşuna telaş, dikine tıraşın ötesine gitmediğini ister istemez gördükçe, kendi aşçılarımızın “acemi”liğini sorgulamaktansa, işin kolayına kaçıp illa ki el alemin mutfaklarında da  benzer tarzda dibi yanmış, tadı tuzu kaçmış yemeklerin pişirildiğinden dem vurmayı marifet belleyip, dolayısıyla kendi aşçılarımızı, kendi “şef”lerimizi güya temize çıkarmayı hüner belledik, belliyoruz ama nafile!
Nafile zira daha düne kadar, “tehcir”, “sürgün” falan feşmekan adlarıyla gölgelemeye kalkıştığımız bu “soykırım” mutfağında “kılıç artığı” olarak yaşamlarını hasbelkader  sürdürenlerin torunlarına bir taraftan güya kucak açıp “mavi boncuk” dağıtırken, diğer yandan da aynı soyun sopu, aynı “kader”i paylaşanlara yerine göre aba altından ama yumuşak ıhlamur ağacından değil, sert meşe odunundan yapılmış “oklava” gösterdik!
Nasıl mı?...
Bunu da haftaya konuşalım Kirvem!

Evrensel'i Takip Et