‘Perişan halimi sor da öyle git’

Behçet Necatigil denince, benim aklıma hep aynı fotoğraf gelir: Elinde çantası, kafası önünde, yeri incitmekten korkar gibi yürüyen bir adam. Beşiktaş’tan yürüyor, istikameti öğretmenlik yaptığı Kabataş Lisesi. Kimi dizeleri beni çok ilgilendirmişti ama hiçbir zaman iyi bir Necatigil okuyucusu olamadım. Bugünlerde hayatımın ortasına kuruldu yazdığı bir radyo oyunuyla. Tesadüfen Cemal Süreya’nın onun için yazdıklarını okudum sonra, meğer okumuşum ama çıkmış bile aklımdan:
“İlk şiirlerinde söz klişelerinden parodiler yaratıyor, sözgelimi ‘Üzgünüm Leyla’ diyor, bir şeyin duygularını anlatmak istiyordu; sonra sonra hayattaki klişelere taktı aklını; onların bir anlatım yolunu anlatmaya yöneldi. Böylece tedirginliği toplumsal olmaktan çıkıp, denebilirse, kötümser bir kişisel felsefe haline gelmeye başladı. Baştan beri çok sevdiği Rilke’ye en benzediği yerler de bu son yıllardaki çalışmalarıdır. Kuşkusuz bunun üzerinde durulacaktır. Ama, ben kendi payıma, yine de Evler’deki Necatigil’in tiryakisiyim. Yüzüne en çok benzeyen şiirler onlar. Burdan şu çıkıyor: Okur şairin yüzünü hiç görmemeli.” (“Üzgünüm Leyla”, Aydınlık, 12 Mart 1980)

İki gündür şair kalabalığının olduğu bir yerdeyim. Cemal Süreya’nın Necatigil üzerine söylediği bu cümleleri düşünmedim, düşünmüyorum desem yalan olur. Kimi cümleler de bekliyor bazı yaşları.

***

Şair kalabalığının olduğu yere tren münasebetiyle geldim. İktidar partisinin çok övdüğü, göğsünü çok kabarttığı ‘yüksek hızlı tren’ taşıdı bizi. Vıcık vıcık “ah cânım trenlerimiz’ katıksız övgüsüne girmeyeceğim, sadece birkaç mukayese yapacağım: Bir zamanlar, çok da uzun bir zamanlar değil bu dediğim, insanlar Haydarpaşa’dan binerdi trene. Önünde deniz uzanan o yapının müdahalesini anlatmama sanırım lüzum yoktur. Ama şunu söylemem gerek: Bekleme salonları, genişliği, ferahlığı ile yolu çağırırdı Haydarpaşa. Çağırmak da denmez belki, müjdelerdi. O yol, iyi geçecektir. İyiden kim ne anlıyorsa. Şimdi, Pendik’ten biniliyor. Ulaşmak için epey zahmet sarf ettikten sonra iniyorsunuz. Korkunç, gayet çirkin, gayet kullanışsız bir altgeçitten geçiyorsunuz ve yol müjdeden çok, kâbus çağrısına dönüşüyor. Estetikten fersah fersah uzak, kullanışsız, çok çirkin. Tekrar etmekte beis görmedim. Ve trenin içi. Fatih Ekspresi üzerine daha evvel de yazmıştım:
“Yükümü dengimi küçük bir valize sığdırıp Fatih Ekspresi’ne biniyorum Haydarpaşa’dan. Gece biniyorum, doğum günüm geliyor ama doğduğum gün o kadar sıkıcı bir tarihe rastlıyor ki, her defasında o gün doğmaya küfrediyorum. Gece yolculuğu yapacağımdan yolda doğduğum güne girilecek; Hızır Paşa henüz ‘hızlı tren’ inşaatına başlamamış, trenin restoranında rakı servisi var ve hatta sigara içiliyor yemekli vagonda. Eşyayı bırakır, rakıya çökerim diye düşünüyorum Haydarpaşa’ya giderken. Yalnızım, İstanbul’dan Ankara’ya taşınırken yalnız olmam gerekir zehabındayım. Değil mi ki veda denen şey hep yorucudur.”
Trenin içinde restoran yok, rakı çoktan hayal, kahveler naylon gibi tat veren hazır kahvelerden ve gayet pahalı. Dahası, yüksek hızlı tren, pek de yüksek hızlı değil. İnsan üzülüyor. İnsan üzülüyor da ne oluyor? Bizi dinledikleri mi var?

***

Madem Cemal Süreya alıntıladım girişte, devam ediyorum, içinde bulunduğum ruh haline katkılarından dolayı da buradan kendisine teşekkür ediyorum:  
“André Gide Günlük’ünde sanat baskıdan doğar, der. Ben günümüz şiiri için daha da ileri giderek şiir aynı zamanda kendine birtakım baskılar arar diyorum. (...) Şairler ne yapın biliyor musunuz, o şiiri değiştirin.” (“Şiir Adamı Rahatsız Etmeli”, Pazar Postası, 9 Ocak 1958)

***

Tarife muhtaç olmayıp, bunca tarif edilen başka bir şey bilmiyorum ben: Şiir.

Can bu, sıkılıyor. Ama Eskişehir’de en çok Ali İsmail var, halen.

Trende şu Neşet Ağam’ın sesinden çalmak istediğim bir türkü vardı, başlık o yüzden o türküden. Yöresi Kırşehir, derleyeni Neşet Ertaş, adı “Nedir Bu Başımda Bu Sevda Nedir”. Soru işareti yok. Bir icrası daha var, Müslüm Gürses’ten. İkisinin de canına rahmet olsun. Ali İsmail Pink Floyd severmiş, ama eminim Neşet ve Müslüm ağalarımı da seviyordu. Belki oralarda bir yerlerde onlardan türkü dinliyordur. Ve umarım Müslüm Gürses’e bolca Urfa türküsü söyletiyordur.

...

PENCERE

“Kulağınızı, bastığınız toprağa yapıştırınız.”

Sezai Karakoç

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
İSİG Meclisi: 2024'te 71 çocuk çalışma koşullarının kurbanı oldu.

Evrensel'i Takip Et