Kirvem,

Seçimle ilgili yayın yasaklarının başladığı şu saatlerde havadan sudan, çiçekten, böcekten söz edip, böylece her biri başlı başına birer “adalet sarayı” olan bu görkemli binaların kapılarında bilekleri kelepçeli olarak sürünmemek için “Suya sabuna dokunmayan” laflarla bu haftaki yazımızı kazasız belasız noktalamak gerekiyor...

Hal, ahval böyle olunca, “demokrasilerde çare tükenmez” hükmünden de feyzalıp böylece çarşıya pazara götürüp satmaya kalkıştığınızda beş kapik, on para etme-yecek sözcüklere takla attırmak sanki ister istemez farz oluyor...

Öyleyse?

Öyleyse seçim yerine, ondan çok daha önemli olan “geçim” meselesine odaklanıp bu bapta yarenlik edelim!

Devlet babanın arada bir yayımladığı resmi İstatistik rakamlarına fazla da boğulmadan, perakende hesapların kılı kırk yaran ince detaylarına dalmadan, nüfusu yakın zamanda neredeyse seksen milyonu sollamaya namzet olan ülkemizde; açlık, yoksulluk sınırlarında debelenip duran insanlarımızın mevcudiyeti milyonları aşarken, işsizlik oranı ülke genelinde hazmedilemeyecek boyutlarda günbegün artarken, keza çifte tabanca misali kimileri iki üniversitenin diplomasını gururla evlerinin duvarlarına asıp, ilaveten belki de iki yabancı dilde fan fin fon ettikleri halde iş bulamayıp, dolayısıyla ister istemez kaldırım mühendisi kesilip avare kasnak gibi ortalıkta dolanırken, diğer taraftan kendii göbeğimizi kendimiz kesip “böyük devlet” olduğumuzu sabah akşam davul zurna eşliğinde ilan ederken, acaba buna bizatihi milletçe kendmiz inanıyor muyuz, yoksa  avunup duruyor muyuz?

Atalarımız “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” deyip bu deyimi kulaklarımıza küpe niyetine asarken, bizler onların torun ve torbaları olarak gerçekten de uluslararası toplum cenahında sözü, sohbeti dinlenir bir konumda mıyız, yoksa onların indinde dış kapının mandalı mıyız?

Sahi ne oldu şu bizim Evropa Birliği kapılarına kilim serip, akabinde de kırmızı halılarla karşılanmaya yönelik hevesimiz?

Eloğlu, daha da doğrusu bizlerden hayli sonra bu kapıyı aralayıp içeri dalan kimi devletler, bunu becerebildikleri halde, bizlerin hevesleri şimdilik neden kursağımızda düğümlenip kaldı?
Din meselesi…

No! Kafamızı devekuşu misali kuma gömüp kendimizi kandırmanın alemi yok, hemen her konuda başkalarını suçlayıp, sonra da ak kaşık gibi özümüzü temize havale eden bu “marazi” duygularımızı belki de “revize” etmemiz şart!

Tamam! Yıllar yılı ufacık bir toplu iğne dahi yapmaktan acizken, şimdilerde hesapça kendi uçağımızı, topumuzu tankımızı yapmayı sözde beceriyoruz ama, öte taraftan “sosyal adalet” çizgisinde iki yakamız bir araya gelmiyorsa, gelemiyorsa, üstelik “sosyal adalet”in gerçekleşmediği toplumlarda huzur bulmanın hiç de kolay olmadığını, dahası da huzurun olmadığı ülkelerde kavga ve patırtının bitmediğini, hele hele milli birlik ve bütünlük fasaryalarının pabuçunun çoktan dama atıldığını neden anlamamak için inatla debeleniyoruz?

“Geçim”in olmadığı, daha da açıkçası sosyal adaletin dal budak sarıp temelli yerleşmediği yörelerde seçimler, halkın dertlerine ne denli “derman” olur, bilemiyorum Kirvem!

Evrensel'i Takip Et