Vurun ulan vurun ben kolay ölmem
Örümcek
Yağmur yağıyor. Bütün önemli zamanlarda yağmasını bilen şeyin adıdır yağmur. Kendi yağmazsa da adını geçer. Şimdi, gene, bu gece yağmur yağıyor. Ali İsmail’i elimizden kayıp gittiği gece o teras katında yağdığı gibi. Rahmet.
Yağmur yağıyor. Bu gece bir arkadaşım aradı. Dedi, “Anneme ne kadar dedimse de dinletemedim, gecenin bu saatinde aramayayım.” Annesi “Ara, arkadaşları nasılmış öğren,” diye tutturmuş. Suskunluk telefonları. Hepimizin mahcubiyetle birbirine sustuğu zamanlar. Ölüm. Suskunluk. Bir meydanda ölen insanlar. Biz, meydanlarda öle öle mahcup olduk. Biz, meydanlarda öle öle mahbup olduk. Bir Arap tanımıştım, herkese “Habibi” diyordu. Ama nasıl içten.
Yağmur yağıyor. Biz susuyoruz. Birhan Keskin konuşsun “Örümcek” şiirinin sonu ile:
“Örümcek bağlıyormuş hatıra
Hah hah ha.
İpim indirsene beni dünyaya
Ha.”
Sıkıntı
Hep olur; âfeti hissederiz. Âfet olmazsa ama, o sıkıntı geçip gider. Sahibinin bile hatrına gelmez. Deprem gecelerini düşün, hepimiz duymadık mı sonrasında. “Yahu o gece bir sıkıntı vardı ki içimde, tarif edilmez. Biliyordum bir şey olacağını. Sonra gece sarsıntıyla uyandık.” Dün, uzak değil, daha dün 48 saat uykusuzluğun üstüne akşam leyla gibi dolaşmıştım. SMS’ler, mail’ler, iş güç konuşmaları. Ama arkada hep bir sıkıntılı hal. Bir şey olacak, bir şey olacak duygusu. Sonra akşam kitap okurken uyuyakalmak ve uyanınca “oh bir şey olmamış meğer” iç rahatlığı. “Bu ülke” ama, kolay mı? Kolay mı öyle rahat devam etmek günlere, akşamlara, gecelere. İkindi üstü, evde ahbap û yaranları beklerken düşen haber. Göğsümün sol yanına gene patlayıcı şeyler konmuş. Oysa biz göğsümüzün sol yanının sadece aşkla patlamasını hayal ettiğimiz bir dünya özlüyoruz. Biz özlüyoruz, onlar aşkın hilafına bir şeyler yapıyorlar. Kalbimizin meydanı güm. Kalbimizin meydanı pat. Sonrası o cümleler: “Koridor açın, koridor açın. Ambulans nerde?”
Oyun
Çok küçüğüm. Okuldan dönmüşüm, tuhaf biçimde arka bahçeye geçmemize müsaade etmiyor evdekiler. Yahu niye geçemiyoruz, bırakın geçelim işte. Yok, diyorlar, acele etmeyin. Ön bahçede oynayın, Mele Ûsiv’ın bakkalına gidin, gerekirse okula dönün, top oynayın işte. Felaket bilgisi çocukluktan edinilir. İçimde bir felaket beklentisi. Arka bahçede görmemizi istemedikleri kim bilir neyden sakınıyorlar bizi. Böyle böyle akşamı ediyoruz üç amca çocuğu. Kesin çok kötü bir şey oldu. Kesin çok fena şeyler oluyor ve sakınıyorlar bizi.
Sonra “hah,” diyorlar “de hadê gelin bahçeye.” Binbir kaygı ve aslında binbir umutla arka bahçeye yürüyoruz. Felaket bilgisi, içinde kırıntı olarak umudu da barındırır. Bu da kadim bir bilgi; kimsenin öğretmesine lüzum yok. Aheste aheste yürüyoruz. Orada duran her ne ise, onu geciktirmek ister gibi. Gizli bir anlaşmayla. İçimden neler neler geçiyor. İçimde Nuh Tufanı, içimde Hira, içimde Fîs Köyü, içimde dünyanın ilk yağmurları. Çocuğum ve mübalağa en çok benim hakkım.
Çıkıyoruz. Maviye boyanmış bir salıncak. Betonu taze kurumuş. Üçümüze, üç amca çocuğuna yapılmış. O ânın tarifi, dünya üzerinde konuşulan hiçbir dilde henüz yok. İcat edilmedi. Böyle bir sevinmek yok. Bir süre, yaşlı gözlerle salıncağı izliyoruz.
Ben istemiştim ki, o salıncağa ağlayalım sadece. 32 yıldır, kiminin burun kıvırdığı, kiminin inanmadığı, kiminin hürmet etmediği, kiminin de bana yoldaş olduğu ağlamaklardan geçiyorum. Bugün, 5 Haziran Cuma günü bir meydana ağladım. Oranın civarında salıncakta sallanan çocuklar vardı.
Hınç
Vurun ulan vurun, en kolay ben ölürüm. Ben kolay ölürüm de, hıncım ne kadar sürer. Sen de yüz yıl, ben diyeyim bin yıl.
Yağmur yağıyor. Salıncak uzakta, meydan uzakta, çocukluk uzakta. Bir ipim var, o beni bağlıyor dünyaya.
PENCERE
“Demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım: Medeniyeti sevmiyorum. Bu günlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum.”
Oğuz Atay, “Babama Mektup”
Evrensel'i Takip Et