14 Haziran 2015

Hasan’ım,

Nasılsın sorusu üzerine düşündüğüm bir zaman vardı. Ne zor soru yahu, gibi düz cümleler de kurdum. Sonra vazgeçtim böyle cümleler kurmaktan. Hepimiz herkese benzemekten nasıl da korkuyoruz, nasıl da birbirimize benziyoruz oysa. Bak bir düz cümle daha kurdum.

Sahi, nasılsın?

Askerdeymişsin, ondan çıkmazmış sesin. Ben de yaptım o şeyden, biliyorsun. Gelibolu’daydım; sen Ankara’daymışsın. Bildiğim bir şehirde olmana nedense sevindim. Kızdım da kendime, neden haberim yok diye. Sana da kızdım ama şimdi konu bu değil. Askerde olana kızılmaz. Belli ki sen bile kendini ikna etmekte zorlandın giderken. Ondan ses etmedin.
Ya sen, nasılsın? İyisin, değil mi?

Birkaç defa oturdum sana mektup yazmaya, el yazımla. Sonra düşündüm, “okunmuştur”lu bir şey demeyi becerebilecek miyim? Bu gene acayip, tuhaf, zor, sevinçli, ağlamaklı ve daha birçok şeyli zamanlarda neyi nasıl anlatabilirdim, çıkamadım içinden. Şimdi buradan yazıyorum, en azından oradan kurtulduğunda okuyabilirsin. Belki de çarşı izninde okursun internetten. Akif Kurtuluş “törenlerden hep sıkılmış gördüğüm” demiyor muydu? Kim bilir ne kadar sıkıldın sen de o yemin töreninde.
Bizi sorarsan, dünya denen şeyin soğuk kabuğuna benziyoruz. Aslında dünyanın kendisine benziyoruz. Dışımızda kabuk, içimizde kor. Sevindik, meclis dedik, yüzde dedik, 13 falan dedik. Sonra silahlar.  

Sonra silahlar ve biraz suskunluk. Evden çıkamamalar, sağduyu çağrıları, tehlikeli senaryolar, 90’lar isimli o anlaşılmaz zamanı anımsamalar ve anımsatmalar. Herkesin kursağında yedi boğum varsa, bizimkinde sekiz boğum var. Heves o yüzden kolay duruyor boğumlarda.

Senin de canını sıkmayayım şimdi. Dünya derdi bitmiyor. Neydi o söz, derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur muydu?
Sana ışıklı bir mektup yazmak için oturmuştum. Gördün mü, hep aynı iğne deliği. Orada, bir şey assan durmaz düşer; uğraşsan anca iğneyi hapsetmeye yarar. Mapusluk çekmiş bir arkadaş anlattı, o gün bugün dilimde, sana da anlatayım. Tarihin bir zamanında, memleketin zindanlarından birinde tutsak olan arkadaş uzun zaman yanlış slogan atmış. Yanlış slogan ne demek diye sormazsın zaten, hayatta yanlış slogan atmışlığımız çok. Ama bunda acayip bir “iyilik” var. Tırnak içinde ve ışıklı bir iyilik. Önce tek tırnakla ‘doğru’ olanı yazayım: Nazi kampı mı, tutuk evi mi? Yanıtı belli bir soru siyasi tutsaklar için. Ama bizim arkadaş bayağı uzun bir süre sloganı şu şekilde duymuş ve bağırmış: “Mazi kapımı tutun elimi”. Mazi kapı mı Hasan, sen biliyorsundur belki.

İki gözüm,

İyi olmanı dünyada inanılan kaç tanrı varsa, hepsinden ayrı ayrı dilerim. Üşenmem. Sen hiçbir şeye hiçbir zaman üşenmezsin çünkü. İstanbul’a mı gelmek gerekiyor, gelirsin sevdiceğinin elini tutmaya. İzmir’de Zeyno’yu görmek ve Ahmet Abi’nin imzasına katılmak mı gerekiyor? Gidersin. Yeni çıkan bir kitabı okumak mı gerekiyor? Zaten okursun. Doğru slogan mı atmak gerek? Bunu zaten yaparsın.

Gözlüğüm kırıldı benim ama buna üzülmedim. Çünkü bazan bir gözlüğün kırılmasından güzellik de doğar. Varsın dünyayı bir süre bulanık göreyim. Değil mi?

Mektubuma son verirken, seni hasretle kucaklar ve bu mektubu oradan kurtulmadan okursan, arkadaşlarına selam ederim. Eminim ki orada da şahane arkadaşlar edinmişsindir. Senin iyiliğin bulaşıcı bir şeydir çünkü.

Yoldaşın, arkadaşın, abên,

Said.


PENCERE

Lütfi gelsin telgrafın başına
Bir tel vursun Musul’da gardaşıma

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
İSİG Meclisi: 2024'te 71 çocuk çalışma koşullarının kurbanı oldu.

Evrensel'i Takip Et