21 Haziran 2015

Saçların kusursuz üç günlük aydan

Aynalı Tahir

Nereden estiyse, nasıl olduysa Jessica adını vermişti annem kaplumbağaya. Küçücük bir su kaplumbağası, Malatya’da üniversite okuyan dayımın yanından dönerken almıştık. Sıhhat düşkünü annem, elbette ki akvaryuma da çok özenmişti. Cam gibi tertemiz bir kavanozda şapşal şapşal dolaşan, dünyaya oradan bakan kaplumbağamız, Jessica’mız vardı artık.

Çocukluğumun ilk evcil hayvanı. Sonra yalnız kaldığını ve sıkıldığını düşündük hep beraber. Kardeşim o vakit beş yaşında var ya da yok. Kasabada başka bir su kaplumbağası edineceğimiz “shop” da namevcut; bir yerlerden bulundu, Jessica’dan daha küçük, biraz daha koyu renkli yeni hayvanımız da geldi. İsim tartışmalarının ardından, ailede yıllar boyu şaka meselesi olan teklif kardeşimden geldi: “İsmi Aynalı Tahir olsun!” Aynalı Tahir’imize ve Jessica’mıza yıllarca baktık. Sonra bu dünyadan göçmeye karar verdiler. Törenle, üzülerek evden yolcu ettik onları. Kendileri gitti, isimleri kaldı yadigâr.

Azê

Derya’yı sanki yüz yıldır tanıyorum. Toplamda birkaç kere rûberû gelmişizdir muhtemelen ama Azê’yi “benim çocuklar”dan saydım daima. Büyümesini izledim Derya’nın fotoğraflarından, ayağa kalkıp ilk yürüdüğü ânın videosunu bile anımsıyorum. “Benim çocuklar” kategorisi de, arkadaşlarımın melek çocukları. “Elime doğan” Sadberk ve Emre, şimdilerde artık kocaman olmuş, bana küsme yeteneğini bile kazanmış Lorîn ve iki numara Delal, Ali İlyas ve onun bir küçük kopyası olarak Samed Dünya, pavuryalar Bade ve Barış, görüştüğümüzde bana pek yüz vermeyen Poyraz... Azê de onlardan biri, hiç görmediğim ama fotoğrafına bakınca yüzümde güller açtıran bir küçük sıpa. Canımın içi.

Şimdi diyorlar ki, Azê kuzusunun aslan dedesi ölmüş. Nasıl? Yolda otomobiliyle geçerken, ezilmesin diye bir kaplumbağayı kurtarmaya çalışırken ona çarpan bir motor yüzünden. Derya yazmıştı, çokça da alıntılandı. “Böyle ölünür mü böyle ölünmez./ Ölünürmüş, öldü...” Mahallemizin delisi ve çocukluk kahramanlarımdan Abdo’nun sokakta bağırdığı gibi, hep bağırdığı gibi. “Ölüm var.”

Yas Günlüğü

Roland Barthes’ın önce “Camera Lucida”sına gidiyoruz. Fotoğraf üzerine yazılmış o müthiş kitaba. Diyor ki Barthes; “Eğer bir fotoğrafı seversem, beni rahatsız ederse, ondan kolay kolay ayrılamam. Peki ne yaparım onunla birlikte olduğum süre içinde? Temsil ettiği şey ya da kişi hakkında daha fazlasını öğrenmek istiyormuşçasına ona bakar, onu incelerim. Kış Bahçesi’nin derinliklerinde kaybolan annemin yüzü belirsiz ve solgun. İlk dürtüyle ‘İşte O! O gerçekten orada! İşte, en sonunda O!’ diye haykırmıştım. Şimdi ise O’nun niçin ve nelerden yapılmış olduğunu bilmek –ve gereği gibi söyleyebilmek– istiyorum. Sevgili yüzü düşünce ile çevrelemek, onu şiddetli bir özlemin kendine özgü alanına sokmak istiyorum; daha iyi görmek, daha iyi anlamak ve hakikatini öğrenmek için bu yüzü büyütmek istiyorum (bazen de safça bu işte bir laboratuvara güveniyorum).”

Kemal Divrikli’nin, hiç görmediğim Azê’nin aslan dedesinin, Derya’nın babasının fotoğraflarından hazırlanan bir videoyu izledim sonra. Boğazda düğüm çok, hangisinden söz edeyim. Ama biraz daha Barthes konuşsun, bu defa annesinin ardından yazdığı “Yas Günlüğü”nden; “yavaş yavaş özlemin etkisi belirginleşiyor: yeni hiçbir şey oluşturma isteğim yok (yazı alanı bunun dışında): hiçbir dostluk, hiçbir sevgi, vb.”

Yasın biçimine, bu dünyada hiç kimse ama hiç kimse karar veremez. Ama bu devlet veriyor. Neden? Çünkü cemevinin yasal statüsü yok ve Kemal Divrikli’nin mahpus oğlu, vakitlice babasının cenazesine gidemiyor. Yasını bile yumruğunu sıka sıka yaşıyor. Neden? Çünkü ekseriyetin kendisi, kendisini makul kalabalık olarak dayatıyor. Kim demiş İslam’ın tek yorumu Sünniliktir ve herkes ona göre hayatını düzenlemek zorunda. Kim demiş? Cemevine yasal statü sağlanana dek, herkes, hepimiz konuşacağız. Varsın ekseriyet buna “olmaz” desin.

Divriği

Sivas’a bağlı bir kasaba. İçinden o kadar çok türkü, o kadar çok türkü çıkmış ki, benim gibi birinin aklı çıkar. Hayallere atar hatta beni; ah o türküler derlenirken orada olsaydım, âşık kahvelerinde bir kenarda sigara dumanının ardından o müthiş âşıkları dinleseydim, ah birini de ben derleseydim ve kaynak kişiyle uzun uzun konuşsaydım. Belki onlara Jessica’dan ve Aynalı Tahir’den söz ederdim, gülerdik. Fena mı olurdu yani gülmek? Gülmek fena mı?

Kemal Amca, Deryacığımız ve Azê, Divriği’nden, Divrikli. Oranın türküsü bu da:

Sılanın özlemi dost senin derdin
Yüreğimde ateş gibi yanıyor
Zalimin açtığı yara çok derin
Ciğerimde ateş gibi yanıyor

Söylemez anlayam nedir niyetin
Der yanında yoktur benim kıymetim
Gözümün önünden gitmez hasretin
Ciğerimde ateş gibi yanıyor

Saçların kusursuz üç günlük aydan
Dertten başka yoktur Hasan’a faydan
O senin sevgin o senin sevdan
Ciğerimde ateş gibi yanıyor

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
İSİG Meclisi: 2024'te 71 çocuk çalışma koşullarının kurbanı oldu.

Evrensel'i Takip Et