27 Haziran 2015 00:51

Siyaset salt bir iç mesele değildir

Siyaset salt bir iç mesele değildir

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Seçimler sonrasında yürütülen tartışmalarda ortaya çıkan hemen her fikirde siyasetin bir iç mesele olarak algılandığı görülmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Batıdan aldığımız görüşler, maalesef, bize uymamaktadır. Keşke uysa idi! Günümüzün bütünleşen küresel dünyasında bir ülke dünya skalasında başat konuma yaklaştıkça siyaset iç güç dengelerine göre kurulur. Ancak, ülkenin konumu altlara düştükçe siyasetin dinamiği de göreli olarak dış denge ve yönlendirmelere göre şekillenir. 

Arap Baharı boş yere yaşanmadı; Irak’a müdahalenin görünür sebebi Saddam idi, ama gerçek başka yerlerde idi, vs. Türkiye’de de 2000 IMF-Derviş programı boş yere yapılmadı ve AKP iktidarı Kürt kökenli vatandaşların emanet oyları ile güçlü iktidara oturtulmadı. Dönemin başbakanının Türkiye’nin artık dünya siyasetinde rol belirleyici olduğunu yüksek tondan dillendirmesi de bu bağlamda, siyaset dilinde ifadenin tersinden okunarak anlaşılması gerekir şeklinde yorumlanmalıdır. Geçmişte İngiltere, günümüzde ABD dünya siyasetini belirlerken neden böylesi ifadelere sarılmadığının anlaşılması gerekir.  

Dünya ekonomi-siyaset tarihi, ulus-devlet oluşumu ve insanlar ve ülkeler arasındaki en önemli kaynaştırıcı etmenin ticaret olduğunu gösterir. Ticaret insanları ve ulusları birbiri ile kaynaştırırken, aynı zamanda kapitalist sistemin ve sömürünün de yaygınlaşmasına da zemin oluşturur. Bu bağlamda sistemin işleyebilmesi ve sömürünün gerçekleşebilmesi için  ulusların düzene sokulması ve denetlenmesi gerekir. İşte bu nedenle, bizim iç siyaset olarak algıladığımız süreç, aslında dış ilişkiler ağının işletilmesi işlevine bürünür. Türkiye gibi görece çevresel konumlu, yani ekonomik bağımlılığı yüksek ekonomilerde dış güçler ve dengeler siyasetin çok önemli belirleyicisi konumuna geçer. 

Bu görüş geçerli ise, 1944 yılında kurulmuş Dünya Bankası-IMF, onlara bağlı olarak 1995 yılında kurulmuş olan Dünya Ticaret Örgütünü anlamamız, hatta ünlü bilim insanlarının bu örgütleri ve politikalarını meşrulaştıran teorilerini de şöyle bir hatırlamamız gerekmektedir. Eğer bu görüş ve müşahede edilen süreç bize bir şey ifade ediyorsa, son seçim sonrasında oyların kitle olarak bir partiden diğerine kaymasını, ayyuka çıkmış tüm suçlamalara rağmen AKP’nin öz-oyu tabanında  ciddi bir sapma olmamasını, CHP’yi Batı dünyasının nasıl okuduğunu yorumlamamız kaçınılmaz olmaktadır. Böyle bir yazı hacminde bu okumaları nasıl yaptığımı özetlemek zor olduğundan, izninizle, olası koalisyon hakkında bir şeyler söylemekle yetineceğim.

2000 yılında Türkiye bir rampaya oturtuldu ve 2002 yılında da AKP’ye bir misyon verildi. Bu misyon, 1950’den beri oluşmuş sağ iktidar ya da koalisyonların güdümlü olarak Türkiye’yi taşıdığı nokta ile de uyumlu idi. Bu nokta şöyle özetlenebilir: Esnaf dokusu üzerinde yükselmiş dincilik zihniyeti ile körüklenmiş ticaret-zanaat faaliyetleri odaklı ikinci sınıf bir ekonomi. CHP Türkiye’nin kurucu partisi, AKP ise dönüştürücü partisi olarak algılandığında, CHP’nin kuruluştaki, maalesef kapitalizm içinde kalınarak,  bağımsızlık, kalkınmacı, halkçı vs. ilkelerinin terk edilmesi; buna karşılık, AKP’nin kuralsız ve kendi başına buyruk hukuksuzluk anlayışından uzaklaştırılarak oluşturulacak koalisyonda, halklara sivil anayasa olarak yutturulacak, yeni ve emperyalizm kurallarına uygun bir anayasasının yapılması gerekmektedir. 
Bu anayasada yasama, yürütme ve kaza başta olmak üzere kamu kurum ve kurullarının emperyalizmin Türkiye üzerindeki egemenliğini kurma ve yürütmesine olanak sağlayacak şekilde, örneğin, “kuvvetler ayırımı” yerine, pekala, “kuvvetler ahengi” ifadesi kullanılarak şekillendirilebilecektir. İşte bu temel nedenle, Türkiye’nin kurucu partisi ile dönüştürücü partisinin bir araya gelmesi zaruri gibi gözükmektedir. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa