23 Temmuz 2015 01:00

Ülkeyi rehin tutan terörist yönetim politikası

Ülkeyi rehin tutan terörist yönetim politikası

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Tayyip Erdoğan yönetimindeki devlet ve hükümetin yürüttüğü Kürdistan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika politikasının, Batılı emperyalist yağmacıların stratejik hesaplarıyla çelişen bazı yönlerine rağmen, o politikalardan güç alarak evrildiğini unutmamak gerekir. IŞİD-Nusra-Fetih Ordusu ve diğer çeşitli adlar altındaki “İslami Cihad”çı çete örgütlerinin Türkiye’de, Erdoğan yönetimindeki hükümetin, ona bağlı MİT ve öteki istihbarat örgütlerinin korumasında koordine edilip TIR’lar dolusu ağır silah ve mühimmat ile techizatlandırıldıkları da, dünyanın tüm ciddi yayın organlarınca yıllardır belgeleriyle yer alıyor. Suriye ve Irak’ı “masaya yatırıp” parça parça yağmalamayı hedefleyen saldırgan ve yayılmacı politikanın yol açacağı yıkım “sınırın ötesi”yle sınırlı kalamazdı. Nitekim öyle de olmakta, o yöndeki gelişmeler ivme kazanmaktadır.
Bu politika, yüz yıla yakın zamandır sürdürülen Kürt’ü Kürtlükten “azat etme”; ulusal kimliğinden soyundurup Türklük’e asimile etme “savaşı”yla dolaysız bağlıdır. Böyle olduğunu gösteren olaylar da ilk kez yaşanmıyor. Bombalamalar, sınır işgalleri, imha eylemleri ve yağmacı yaklaşımlar eğer yeniden yoğunluk kazanmışsa, “sınır”ın iki yanındaki Kürt ulusal direnişi ve bu direnişin siyasal kendini yönetim biçimlerinin oluşumu yönündeki ilerleyişi, Türk yönetimi için başlıca nedeni oluşturuyor. Seçim sürecinde HDP’ye yönelik 200 civarındaki saldırı ile birlikte Diyarbakır ve Suruç bombalamaları bunu yeniden kanıtlamıştır. Rojova’nın yıkımı ve Kobane'nin teslim alınması için yürütülen yağmacı işgal harekâtıyla Kürt bölgesine yığılan savaş birliklerinin hedef ortaklığı ve “birliği” gizlenemez durumdadır. Suriye’nin işgal edilmesi amaçlı olarak özel ajanlarına Türkiye’ye “füze attırıp” savaş çıkarma gerekçesi yaratmayı planlayan bir yönetimin ülkeyi sürmeyeceği uçurum ve yıkımın olmayacağı açık olmalıdır. “Yurttaşlar”ını birbirine kırdırmaya hizmet eden mezhepçi ve din bezirganı politikadan kaçınmayan bir yönetimin, muhaliflerini zayıf düşürmekle yetinmeyip yok etme çizgisinde yürüdüğü on üç yıllık iktidar pratiği ile açıklık kazanmıştır. Ülke ve halk(lar)ını rehin tutan totaliter-teokratik ve burjuva barbar bir politikadır söz konusu olan. Bu politika en bağnaz temsilini ise, yönetim erkinin tepe “taht”ında oturan “Saraydaki adam”(!)ın tutumunda buluyor.

REHİN POLİTİKASININ “NEV-İ ŞAHSINA MÜNHASIR” EN ÜST TEMSİLİNDE ERDOĞAN’IN ROLÜ

Toplumsal sınıf ve kesimlerin birbirleriyle karşıtlık gösteren örgütlenmelerinde, örnek olsun hakim sınıfın kurumsal politik örgütlenmesinin en üst düzeyinde konumlanmış “bir kişi”nin, bir ülkenin “kaderi”ni rehin tutması; ülke insanlarının yaşamına “ipotek koyması” mümkün müdür? Bu soru, karmaşık ve “çetrefil” yanıtları gereksinir, ya da ancak çok yönlü-çok boyutlu; ve birbirleriyle de bağlı yanıtları verilebilir. Ancak burada sorunumuz, bunun etraflıca irdelenmesi değildir. Değinip geçmek durumundayız.
Toplum yaşamı ve toplumsal sınıfların mücadelesi söz konusu edildiğinde, birey insanı o yaşam ve mücadelenin “belirleyici unsuru” saymak, bu mücadele ve yaşamın çok boyutluluğu, çok ‘renkliliği’; birbirlerini etkileyen çok çeşitli güç ve etkeni karşısında gerçekliğe aykırı düşer. Herhangi bir birey, toplumsal sınıfların bu karşılıklı ve karşıt mücadelesi ve örgütlenmesi içinde bu mücadelenin unsuru olarak ancak belirli bir role sahiptir. Ancak bu rol, “birey”in etkin egemen konumda olmasına bağlı olarak bazen ve bazı koşullarda; güç ilişkileri ve toplumsal koşullara bağlı olarak “kişi” boyutunu aşıp  “kolektif bir güç” düzeyinde bir işleve de genişleyebilmektedir. Toplumların tarihini krallar, imparatorlar, yetkin politikacılar, askeri kumandanlar yapmamışlardır ama, onlardan bazılarının tarihsel gelişmeler içinde, ülkelerin ve halklarının felakete sürüklenmesinde ya da başarılı ilerlemeler kaydetmesinde bütün ötekilerden daha etkin, daha belirleyici bir rol oynadıkları da görülmüştür.
T. Erdoğan, kuşku yoktur ki, tarihte rol oynamış bu türden kişiler arasına girecek biri değildir. Böylesine bir “ağırlığı” yoktur. Ancak izlediği politikanın, bulunduğu siyasal sorumluluk düzeyi bağlamında Türkiye ve komşuları yönünden gördügü işlev dikkate alındığında, ülkenin uçuruma ve komşu ülkelerle birlikte yıkıma sürüklenmesinin etkin bir unsuru olduğu da bir gerçektir. Hemen her konuşması, halk kitlelerini birbirlerine karşı saldırganlığa kışkırtıcı özellikler göstermiştir. Hemen her açıklamasında “millet” adına(!) kesin ve keskin sözler edip ülkenin çok uluslu-çok dinli-mezhepli sosyal-kültürel heterojen “yapısı”nı; bir “millet”in bir kesimini (Sünni Türk) o “millet”in diğer kesimlerine ve tüm öteki ulus, ulusal topluluk vb. kesimlere yabancı ve düşman bir konuma yerleştirerek, kendi konumunu güçlendirmeye; kişisel ve zümresel çıkarlarını korumaya ve teokratik özellikler de gösteren tekelci zorba bir yönetim tarzı için kullanmaya çalışmaya devam ediyor. IŞİD-Nusra çeteleriyle işbirliği ve onları da kullanarak Kürt direnişini ezme ve Suriye’yi yıkıma sürükleyip yönetimini düşürme politikasının baş savunucusudur ve bunu ısrarla sürdürüyor. Bu politikanın içerdiği büyük tehdit ve tehlikenin ilk işaret fişeklerinin görüldüğü Reyhanlı katliamından bu yana, bu terörist çetelerin politikasına ideolojik-politik yakınlığı bölgesel ve ülke düzeyindeki mezhep çelişki ve çatışmalarının dinamitleyicisi olarak kullanmak yanlısı olageldiğini uluslararası yayın yapan basın-yayın organları defalarca açık ettiler. Kurumsal kimliğiyle “kişi” sınırlarını aşan ve kendinin de sık sık kullanmayı çıkarları için zorunlu saydığı şekilde “devlet”i en üst düzeyde temsil eden, demokratik hak ve özgürlük istemlerinin karşışında devlet aygıtı ve “aklı”(!)nın türevsel en gerici temsilinin “sesi” olarak, beyaz kuvvetlerin baş kılıç çekenine soyunduğunu, artık bilmeyen nerdeyse kalmamıştır. Ülkenin siyasal yönetimindeki “en etkin kişi olması” ve izlediği politikanın büyük kırımlara yol açabilecek tehditler içermesi, rol ve tutumunun tehlikesini artırıyor. Burada, çünkü artık ‘etkin rol’ bireysel “kişi” oluşu aşmış, “kurumsal” yöneticilik kimliğine genişlemiş ve yükselmiştir. “Ne pahasına olursa olsun Suriye’nin kuzeyinde bir yeni oluşuma izin vermeyiz” diyerek ordu birliklerini Kürt topraklarına yığması, “Ramazan” bağlantılı “Bayram Namazı” çıkışındaki zehir-zemberek açıklamaları; Kürtleri, burjuva muhalefet partilerini, HDP ve yöneticilerini tehdit dolu sözleri gerginlik körükleyici-çatışma üreticidir. “Koalisyon Hükümetleri”ni aşağılayıcı, tek partili devlet-hükümet yönetme tarzını dayatıcı politikası, farklı biçimlerde “aynı kapıya çıkmakta”dır! Hakları için mücadeleye yönelen hemen her kesim ve kişiyi “terörist”-”darbeci”; “iç ve dış finans lobilerinin oyuncağı” türünden suçlamalarla etkisiz kılmayı politik taktiğinin unsurlarından biri olarak kullanan bu “kollektif kimlik”; işçi sınıfı ve kent-/kır emekçilerini “yan gelip yatan asalaklar”; Kürt sorununu “yok”; Alevileri “dinsiz”; gençleri “sorumsuz”; küçük üretici ve “girişimci”yi “açgöz” göstererek, zorba iktidarı sürdürme çabasındadır. Hak mücadelesindeki işçilere karşı sermayenin en büyükleri dahil tüm kesimlerini “cihad”a çağırmaktan geri durmamış; kadın cinsine bakışının ne denli aşağılayıcı ritüellerle süslü olduğunu, birçok açıklamasıyla ilan etmiştir.

TEHDİT VARSAYIMSAL BOYUTLARINDAN DAHA CİDDİDİR VE ETKİSİZ KILINMASI HALKLAR İÇİN ZORUNLU GEREKLİLİK GÖSTERİYOR

Etkin konumda bulunan politik-askeri yöneticilerin izledikleri ve uyguladıkları; ya da uygulanmasında ısrar ettikleri politikaların ülkeler ve halkları için yol açtığı sonuçların benzeri durumlarda o ülkeler ve halkları için değil sadece ilişkili tüm öteki ülke ve halkları için de büyük yıkımlara ve kırımlara neden olduğu tarihin dersleri arasındadır.  Tayyip Erdoğan’ın başbakan ve cumhurbaşkanlığı mevziinden hakim kıldığı ya da kılmaya çalıştığı politika, Türkiye, ve üzerinde yaşayan tüm emekçi ve ezilenlerin bugünü ve gelecekleriyle rehin tutulmasını ifade etmekle kalmıyor; bölgemiz ve ülkemizin yıkıma sürüklenmesi potansiyeline de sahip bulunuyor. Buna rağmen bazıları,-ki aralarında solcu-sosyalist olma iddiasıyla ahkam kesenler de bulunuyor- bu tehditin büyüklüğünü ya da teşkil ettiği tehlikeyi küçümser görünüyorlar. Devlet kurumları/kurumsallaşmasıyla anlam kazanan, devletin “yürütme komitesi”nin sahip olduğu-izlediği politikaların “kurumsal ve şahsi kimlikleri”yle somutluk kazandığı bu tehdit edici “birey”-ekip ve sınıf(ı)n ya da onun en gerici, en açgöz ve saldırgan kesiminin bürokratik merkezi aygıtını, örnek olsun bir seçim “aritmetiği” dolayımında “oy hesabı”yla sınırlı değerlendirmek oysa, toplumsal sınıf ve güçlerin ve onların politik-askeri temsilcilerinin çok yönlü ilişkilerinin dar bir alana sıkıştırılması anlamına gelmektedir. AKP ve Erdoğan iktidarının halkın saflarında biriken tepkilerin ürünü olarak yıpranması ve seçimlerde görüldüğü üzere küçümsenmeyecek darbeler alması, hala iktidar gücü konumununda olan bu yönetimin “oyun dışı kalmakta olduğu ya da buna mahkum bulunduğu”na delalet etmez. Kaldı ki, “yenilen”in, elinde bulundurduklarını kaybetmemek için daha saldırgan ve pervasız bir tutum içine girdiğine dair çok sayıda örnekten de sözedebiliriz. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerinin ortaya koyduğu mücadele örneklerine, Kürt ulusal direnişinin kitlesel karakter kazanıp devlet politikalarının “kırmızı çizgi”lerini alabora etmesine, Erdoğan ve AKP’sinin iktidar gücünü kullanarak gerçekleştirdiği baskı ve zorbalığın toplumun ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerinden gördüğü tepkilerin bileşik etkisi altında iktidar gücünün yıpranmasına karşın, kurumsal iktidar gücünün ve onun zehir dilli temsilcilerinin politikalarıyla oluşturdukları tehdit devam ediyor.

KATLİAMLAR ÜRETEN POLİTİKALARI PÜSKÜRTMEK İÇİN BİRLEŞİK-KİTLESEL MÜCADELEYE İHTİYAÇ VAR

Bombaların patladığı, gençlerin onar -yirmişer katledildikleri, halkların ölüm ve yıkımla tehdit edildikleri günümüzde, toplumsal sorunlar ve onlara ilişkin mücadeleye kendilerinin hakları, istemleri, ve aslında bütün ezilenlerin yararına olan çıkarları yönünden yanıtlar oluşturmak ve bu yanıtlara uygun sonuç alıcı mücadeleleri örgütlemek işçi sınıfı ve tüm ezilenler açısından asıl sorundur. Suruç’ta olduğu üzere katliamlar üreten halk düşmanı iktidar politikaları püskürtülmeden ilerlenemez. İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimleri, ‘dar alan’ mücadelesiyle; işyeri talepleriyle sınırlı mücadeleyle yetindikleri sürece bunu başarmak zordur. Bu ‘duvar’ aşılmalıdır! Ülkeyi kana boğan ve daha büyük katliamlara potansiyel oluşturan burjuva yönetim politikası püskürtülmelidir. IŞİD katliam ve saldırılarının gerçek sorumluları ülkenin iktidar katlarında oturmakta, halk kitlelerini teslim alarak yağma, sömürü ve soygun politikalarını baskıyla sindirerek sürdürmeye çalışmaktadırlar. Buna dur demek şarttır. Sınıf düşmanını, eylemi-uygulamaları-hareket tarzları ve dayattıkları politikalar üzerinden daha iyi tanımak ve ona karşı daha etkili, daha birleşik bir sınıf ve halk tutumuyla direnmek şarttır. Rehin olmaya, rehin tutulmaya ancak bu durumda olanak tanınmayacaktır. Bu gereklilik bugün çok daha zorunlu ve ‘elzem’ hale gelmiştir. Halkların kırımına götürecek politikaların savunucularına, bunu gerçekleştirecek adımları daha fazla atma olanağı tanımamak, bugünün olmaz ise olmazlarındandır. Bunu başarmalıyız!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa