25 Temmuz 2015

Bir yanlıştan bir yanlışa!

Önceki gece saat 03.45’te Hava Kuvvetlerine bağlı F-16 savaş uçakları, IŞİD’in iki karargahı ve bir toplanma merkezini bombaladı.
Cerablus ve Azez arasındaki sınırı kapsayan, Türkiye’nin Kilis ili sınırlarına karşılık gelen bölge, uzunca zamandan beri çok yoğun askeri yığınağın yapıldığı bir bölgeydi.
En son olarak da bölgeye özel kuvvetlere bağlı birlikler aktarılmış ve bölge beş gün süreyle sivillere kapatılmıştı. Önceki gün ise, sınırı geçmek isteyen IŞİD militanlarıyla Dağ Sınır Karakolu’ndaki askerler arasında çıkan çatışmada Astsubay Yalçın Nane hayatını yitirmiş, iki asker de yaralanmıştı.
Bu gelişmeler üzerine de TSK’nin, “angajman kuralları çerçevesinde”, savaş uçakları tarafından IŞİD mevzileri bombalanmıştı.

TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASI DEĞİŞİYOR MU?

Bombalamanın hemen arakasından gazeteci, stratejist, askeri uzman, diplomat,.. sıfatlı çok sayıda kişi, bu gelişmeyi, Türkiye’nin Suriye, hatta bölge politikasının değişmesi olarak değerlendiriyorlar. Ve “Artık bundan sonra hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak” diyorlar. “Çünkü böylece” diyorlar, “Türkiye artık IŞİD’e karşı kesin bir tutum almış, IŞİD’e karşı sürdürülen savaşa artık aktif olarak katıldığını ilan etmiş oldu” diye değerlendiriyorlar. Ve bu değerlendirmeleri yapanların genel yaklaşımı, “Hükümetin şimdi doğru noktaya geldiği”dir.
Kuşkusuz Türkiye’nin Suriye ve bölge politikasının değişmeye başladığı, değiştiği doğrultusundaki bu değerlendirmeler büyük ölçüde doğrudur; ama varılan sonuç, Türkiye’nin geldiği noktanın “doğruluğu” ise çok tartışmalıdır.

TÜRKİYE ABD STRATEJİSİNE BAĞLANDI!

İki gündür yapılan tartışmalarda da açıkça ifade edildiği gibi, Türkiye’nin son günlerdeki yönelişi; 7-8 Temmuz’da Ankara’da Obama’nın IŞİD’e Karşı Mücadeleden Sorumlu Özel Temsilcisi John Allen’in başında olduğu heyetle Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun temsilcilerin yaptığı görüşmelerde varılan anlaşmayla sıkı bir bağlantı içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Varılan anlaşmaya göre; İncirlik Üssü ABD’nin savaş uçaklarının kullanımına açılacak, acil durumlarda Batman ve Diyarbakır üsleri de kullanılacak, İncirlik’ten kalkan Predatörlerin silahlandırılmasına Türkiye izin verecek. Buna karşılık ABD de Türkiye’nin de Cerablus-Azez arasındaki 110 kilometrelik bölgede “Güvenli Bölge” ilan edilmesine (Bu, “güvenli bölge oluşturmak” anlamına gelmiyor) destek verecek biçimindeydi.
Dahası F-16’ların IŞİD’e yönelik bombardımanı öncesinde de Erdoğan ve Obama’nın telefonla görüşerek, Ankara görüşmelerinde varılan mutabakatı sözlü olarak onayladıkları da ABD’li yetkililer tarafından belirtilmektedir. AKP Hükümetinin de gizli bir kararname çıkarmak üzere, ABD ile varılan 7-8 Temmuz mutabakatını imzaya açtığı da artık biliniyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu, ABD ile mutabakatın içeriğine ilişkin söylenenleri dün doğruladılar.
Toplam açısından bakıldığında, bütün bu gelişmeleri; Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, “Esad’ı devirmeyi” birinci sıraya koydukları ve IŞİD’e karşı mücadeleyi ona bağlı olarak gördükleri stratejiden vazgeçtikleri, buna karşın IŞİD’e karşı mücadeleyi birinci sıraya koyan ABD stratejisine bağlandıkları ifadesi olarak görebiliriz. Görmeliyiz de.

HÜKÜMET ŞİMDİ DOĞRU YOLA MI GİRDİ?

İki günden beri yapılan tartışmalarda bütün uzmanların, yorumcuların, stratejistlerin, konuşan siyasilerin, hatta TV’lerin tanınmış habercilerinin büyük çoğunluğunun ortak kanısı; “Geç de olsa Hükümetin nihayet doğru yola girdiği” biçimindedir!
Doğrusu bu değerlendirmelere bakınca, “Meğerse memlekette ne çok Amerikancı varmış” diyesi geliyor insanın. Ama elbette bu değerlendirmeleri yapanların önemli bir kısmı da “Amerikancı” kategorine girmeyecek kişiler! Ama AKP Hükümetinin politikayı sıkıştırdığı köşeden çıkmaya yönelmesi ve Suriye’de “daha makul bir çizgiye” yöneleceğini umarak, Hükümetin yönelişini olumluyorlar.
Ancak gelişmelere biraz daha yakından bakıldığında AKP Hükümetinin böylece, “Nihayet doğru bir hatta girdiğini” değil, bir yanlış çizgiden bir başka yanlış çizgiye geçtiğini söylemek gerçeği daha doğru ifade etmek olur.
Çünkü Erdoğan-Davutoğlu inisiyatifiyle oluşturulan Türkiye’nin bölge politikasının esası, bölge gericiliklerini kendi etraflarında birleştiren, bölgede bu ülkelerin sözcüsü olarak, “bölge gücü olarak” batıyla pazarlık yapan bir stratejiydi ve bunun için de bu ülkelerde mezhep çatışmaları başta olmak üzere her çelişmenin kışkırtılması, İslamcı terör örgütlerini de kullanmayı kapsıyordu. ABD ise bölge haritasının yeniden çizilmesinde masaya en başta ve en güçlü ülke olarak oturmak ve haritanın Batı emperyalizminin çıkarlarına uygun olarak yenilenmesini esas alan bir stratejiyi savunuyordu.
Şimdi Erdoğan-Davutoğlu, bu “ABD stratejisine evet” diyerek, kendi amaçlarını birkaç adım geri çekmiştir. Ama ne ölçüde amaçlarından vazgeçmiştir bunu da yakında göreceğiz.

LAİK VE DEMOKRATİK BİR BÖLGE MÜCADELESİ

Oysa Türkiye’nin demokrasi güçleri; bölgede emperyalist müdahalelere “hayır” diyen, mezhep savaşlarına son vermeyi amaçlayan, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde barış içinde bir bölge stratejisi etrafında laik, demokratik bir bölge mücadelesini savundular. Bugün de bölgede iç savaşlara son vermenin, IŞİD gibi örgütlerin dayanaklarını ortadan kaldırmanın yolu da budur. Ancak, AKP Hükümeti, bir “askeri çözüm”den ötekine savrularak çıkış yolu aramaktadır.
Nitekim yine son günlerde gündeme getirildiği gibi, sınır güvenliğini de tamamen “sınıra çift duvar örme”yle ve bu duvara sensörler yerleştirmeye, karakolların yeni zırhlı araçlarla ve gözleme cihazlarıyla donatılarak yapılacağı ilan edilmektedir. Oysa ülkelerin sınırlarını duvar çekerek koruma, tarihin eski çağlarına ait bir yöntemdir.
Hele de söz konusu olan IŞİD gibi dini referanslar üstünden hareket eden bir örgütse savunma aracı olarak “duvar” daha da absürt bir çözümdür.

IŞİD’İ İÇERİ SOKAN HÜKÜMETİN POLİTİKALARIDIR

Dün bu köşede de ifade edildiği gibi, IŞİD artık “sınır ötesi”nde değil “Türkiye’nin içinde”dir de! IŞİD’in Türkiye içinde örgütlenmesinin başlıca dayanağı ise AKP Hükümetinin izlediği iç ve dış politika olmuştur.
Ve IŞİD, Hükümet tarafından resmileştirilmeye de çalışılan din kültürü, din eğitimi, Hükümetin “muhafazakar toplum inşa planı”, Diyanetin yeniden mevzilendirilmesi, milli eğitimin müfredatında yapılan önemli değişikliklerle, cemaat ve dini çevrelerin devletle bağlantılarının güçlendirilip kollanıp korunmaları… gibi devlet-hükümet uygulamaları üstünden kendisine dayanak bulmuştur. Bu zemin devam ettikçe, bu zemini güçlendiren politikalar sürdükçe, IŞİD’e karşı askeri ve polisiye önlemlerin de kalıcı ve ciddi sonuçlar vermesi beklenemez. Tersine bu amaçla önlem adı altında alınacak özgürlükleri sınırlama, polisiye tedbirler halkın yaşamını zapturapt altına alma girişimleri de sadece IŞİD’in zeminini genişletici sonuçlar doğuracaktır.

İÇERİDE BÜYÜK POLİS OPERASYONU VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ

IŞİD’in saldırılarının oluşturduğu ve Kürt güçleriyle girilen kimi çatışma ve suikastları da bahane eden Hükümetin 16 ili kapsayan büyük polis operasyonu düzenlemesi de gösteriyor ki, Hükümet “Dumanlı havayı sevmekte”, “Savaş hali varmış” gibi halkın hayatını etkileyecek önlemler almayı gücünü ve otoritesini artıracağını hesaplamaktadır.
Böylece Erdoğan ve Hükümetin, ABD’nin, Batılı emperyalistlerin de desteğini arkalarına alarak, “Çözüm Süreci”ni de askıya almak, en azından sürecin tarafı olan Kürt güçlerinin tasfiyesi amacını, görüşmelerle yapamadığını asker-polis gücüyle yapmaya yönelmesi, bu girişimlerin de kimi liberal çevrelerden destek bulması sürpriz olmaz.
Bu yüzden de süreç, sadece Türkiye’nin Suriye politikası, ABD ile yeniden içli dışlı olmayı da aşmakta, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt sorununun barışçıl çözümü… gibi konularda mücadelenin çetinleşeceğine işaret eden  gelişmelere de gebedir.

Evrensel'i Takip Et