26 Temmuz 2015

Ölüm insana kendini zorunlu kılar.
Zorunlu kılar, ancak zorunluluğunu meşrulaştırmaya gerek duymaz.
Çünkü meşrulaştıracak olan ölümün zorunluluğuna boyun eğmiş insandır.
An gelir, insan başka insanlarla ilişkisinde ölümü zorunlu görür. Bu gibi anlarda ölüm insan üzerinde zafer kazanır. İnsan ölümü bir biçimde meşrulaştırır ve kendi safından öleni ve öldüreni ilahi, toplumsal değerlerle kutsar, karşı saftan öleni ve öldüreni ilahi ve toplumsal değerlerle lanetler; böyle yapar, çünkü böyle yapmakla ölümle ilişkisinde kaybettiği prestijini yeniden kazandığını sanır. Oysa kazanan ölümdür; insanla olan ilişkisinde zafere ulaşmıştır.
İnsan ise ölümle ilişkisinde yenilmiştir; bazı insanlar başka insanlarla ilişkilerindeki başarısızlıklarını, ölümle olan ilişkilerinde ölümü zorunlu görerek uğradıkları yenilgiyi güç ve büyüklük zırhına sığınarak gözlerden kaçırmaya çalışırlar. Artık ölümü meşrulaştırmaktan başka çare kalmamıştır. 
Tüm insanları itham ettiğim sanılmasın. Elindeki toplumsal ve /veya siyasal güç ve olanakları kullanarak başka insanlarla kendi üstünlüğü temelinde ilişki kurmuş, ancak kendini ilah sanıp, ilah yerine koyduğundan ilişkinin sürdürülebilirliğinde  başarısızlığa uğramış insandan söz ediyorum. O tür insan ki, başarısızlığını kendi çevresi dışından her insanı ölümle yüz yüze getirerek örtbas edebileceğine inanır. Başkalarının ölümü onun için kaçınılmaz olur, zorunluluğa dönüşür; O öyle bir tür insandır ki, ölümü meşrulaştırır ama ölümü meşrulaştırırken kendini ne denli zavallılaştırdığının farkına bile varmaz.
O tür insan, örnek vereyim, bir grup genç bombalı saldırıyla öldürüldüğünde can havliyle ölüme sarılır, kendi çevresinden olmayan bu gençleri, kendi davranışlarının öldürülmelerine neden olduğu iddiasıyla sorgular; kendi çevresine yakışan öldürenleri ise yalandan da olsa itham etmez. Kendi çevresinden olmayan ama öldürülen gençlerin çevresinden olduklarına karar verdiği başkalarını da öldürülenlerle birlikte ölmedikleri için ayıplar. Daha ileri gider ve onların ‘Ölenler arasında olmadıklarına göre sakın öldürenlerden olmasınlar?’ sorusunun sorulabilmesindeki masumiyeti kıyafetindeki yanıltıcı modernlik, yüz ifadesindeki sonradan eklenmiş çağdaşlık görüntüsüne sığınarak, ayna karşısında çalışılmış masumiyet, kibarlık ve bilgelik sunumundaki riya kokan tonlamayla vurgulamaya  çalışır. Olayları doğru anlatmaz, gerçeği saklar, doğruyu Kaf Dağı’nın ardına, yanlışı burnumuzun dibine koyar; her olayda olduğu gibi bilge olduğu izlenimi vermeye çalışır ama emir kulluğu sırıtır ve asla yüzü kızarmaz. 
O, böyle olmakla siyasetçi olduğuna inanır. Galiba siyasetçi olunca da onun gibi olmak gerekiyor.
O ve onun gibiler birlikte siyasetçi olup, kaynaşarak birlikte siyaset yaptıklarında ölüm  kazanıyor.
Ölümün en sevdiği siyaset tarzı o ve onun gibilerin kaynaşarak birlikte siyaset yapmalarıdır.
Çünkü o ve onun gibiler kaynaşarak birlikte siyaset yaptıklarında, bilim insanının bilim alanında yenmek için çalıştığı ölüm, o ve onun türünden siyaset insanının toplumsal ve siyasi alandaki başarısızlıklarını üst üste koyuyor, zamanı ve yeri geldiğinde insana karşı zaferini ilan ediyor.
Ölümün en sevdiği siyaset tarzı savaştır.
Ölüm savaşı sever; çünkü ölenler ve öldürenler ilahi ve toplumsal değerlerle ya kutsanırlar ya da lanetlenirler. Böylece ölüm ilahi ve toplumsal değerlerin en uç ve üst ödülü ya da cezası olur. Ölüm meşrulaşır; ölenler ve öldürenler öldürürler, ölürler. Ölüm de ölenlerin ve öldürenlerin manevi huzurlarında öldürtenlerle el ele horon teper. 

Evrensel'i Takip Et