Yaşlı Denizciler Evi
Stockholm. Archipelago'ya kısa bir gezinti yapıyoruz doğum günümde. Herhalde dünyanın en büyük takımadalarımdan biri... Kendimi bizim Adalara gitmiş gibi hissediyorum. En güzel hediye... Arkadaşım Tynningö adasının önünden geçerken, bir binaya işaret ediyor: “Burası eskiden Yaşlı Denizciler Evi idi” diyor. Şimdi Konferans Merkezi olarak kullanılıyormuş.
Eski zamanlarda denizcilik çok daha zorlu bir meslekti. Birçoğunun zaten düzenli bir aile ortamı da yoktu. Onun için kurulmuştu Yaşlı Denizciler Evi. Ve buharlı gemiler önünden geçerken, istim salarak selamlarlarmış eski usta deniz kurtlarını.
Bu yıl ne kadar çok ustayı yitirdik, peş peşe. Yaşar Abi, Sarkis Abi derken, kısa süre içinde, üç değerli ustamızı daha yitirdik: Agop Hacikyan, Dr. Hermon Arakses ve sonra da Panayot Abacı.
Ben de yüreğimden istim salarak selamlıyorum onları. Bir çeşit yoksullaşma ve yalnızlaşma duygusu... Çınar ağaçlarının ayakta sonlanması gibi bir şey... Kuşaklar kuşakları izliyor, bir çeşit nöbet devri bu. Ne kadar çok şey devrettiler bizlere. Keşke biz de onlar kadar çok zenginlik devredebilsek yeni kuşaklara. Bu doğal, kabul edilebilir bir süreç. Kabul edilemeyecek olan, gençlere yönelik kıyımlar.
Suruç kıyımı daha şimdiden unutuldu.
Jet uçaklarının uğultusu ve bıraktıkları bombaların infilakları arasında...
16 Mart 1978 öğrenci katliamı geliyor aklıma. Bu kıyıma ilişkin Vikipedia maddesine Türkiye'den girişin engellendiğini biliyor musunuz? Ama katiller ve göz yumanlar hala eli kolu serbest geziyor.
8 Ekim 1978 Ankara Bahçelievler katliamı geliyor aklıma. Bu kıyıma ilişkin Vikipedia maddesine de Türkiye'den “giriş engelli”!...
Daha birçok örnek gibi Suruç'taki gençlik kıyımı da engellenmedi, hazırlayıcılarının önü açıldı, hatta eğitilmelerine yardımcı olundu.
Doğal olan bizlerin bizden öncekileri gömmesidir. Ama kirli savaş ülkelerinin yetişkinleri hem kendinden öncekileri hem de kendi çocuklarını gömme durumunda kaldılar, Arjantinli adını şimdi hatırlayamadığım bir şairin dediği gibi...
Türkiye'de 70'li yıllarda başlayan bu olgu hâlâ devam ediyor.
Bizden önceki kuşaklar da, nice toplu tevkifatlar, pogromlar yaşadı. 1945 Aralık solkıyımı, 1955 Eylül “azınlık kıyımı” gibi...
Adını andığım üç usta da bütün bunlara tanık olmuştu.
Agop Hacikyan 50'li yıllarda Robert Kolej'de, sonra İTÜ'de okumuştu. Robert Kolej'de okurken, Ankara doğumlu, Moris Farhi ve Cevat Çapan ile arkadaş olduğunu söylemişti. Moris Farhi bir zamanlar İngiliz PEN'in cezaevinde yazarlar komitesi başkanı idi. Onun, yayınlandığında bestseller olan "Güneş O Yaz Hiç Doğmadı" ve "Kader Ağlarını Örerken"in, Pencere Yayınları'ndan çıkmasını sağladığım için memnunum.
Dr. Hermon Araks da, Ermeni kültür ve edebiyatını genç kuşaklara aktarmak için ter dökmüş, en kaliteli insanlarımızdandı. Zohrab'ın edebi ürünlerini ilk onun sayesinde tanıyabildik. Eşi, Fransız Dili ve Uygarlığı öğretmeni Şuşan Rita Araks ile inanılmaz bir ikili idi.
Panayot Abacı ustanın hangi meziyetini öne çıkarsam ki? Müzisyen, gazeteci, çevirmen, editör... İstanbul Senfoni Orkestrası'nın kurucularından... Yunan ve Türk edebiyatının buluşmasını sağlayan ve aradaki kültür köprüsünü korumaya çalışan bir emektar... Yunan edebiyatından yaptığı, Nikiforos Vrettakos, Dido Sotiriu, Yakovos Kambanellis, Dimitri Psatahs, Grigorios Ksenopulos ve Andonis Samarakis'dan tercümeleri yanında, Yunanca'ya Aziz Nesin'den sekiz, Yaşar Kemal'den dört kitap çevirdi. Yıldırım Keskin, Sabahattin Ali, Orhan Pamuk, Rıfat Ilgaz, Demirtaş Ceyhun, Recep Bilginer ve Refik Erduran çevirdiği diğer yazarlar arasındaydı.
“Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ” imiş. Ne mutlu onlara ki, bir hoş sadâ bıraktılar, Patheon'daki yerlerini aldılar.
(Her üçünün de ailelerine taziyelerimi iletirim.)
“Kafkas Kronikleri: Ermenistan'da Ulus İnşa Süreci ve Diplomasi, 1993-94”
Evrensel'i Takip Et