Yavri yavri Huma kuşu yükseklerden seslenir
ÇOK UZAKLARDA
Mehmet Açar’ın 2009’da çıkan romanı Çok Uzaklarda Bir Yaz, “Yıllar geçtikçe hafızamı uçsuz bucaksız bir ülkeye benzetiyorum. Şimdiki zaman, hükümranlığını kurduğum, içinde yaşadığım bir başkent; onun ötesiyse esrarengiz, sürekli hareket halinde tekinsiz bir coğrafya. Bana yabancı değil o topraklar ama yine de geçmiş, çok uzak bir ülke...” cümleleriyle başlar. Açar’ın neden daha çok roman yazmadığına hayıflanmam bir kenara, 1977 yazından başlayan bu kitap, 80 sonrası “arada kalmış kuşağı” anlatan bence en iyi metinlerden biridir. Tesadüf olmasa gerek bu yaz bu kitaba elimin gitmesi. O kuşağı iyi tanıyorum. Onlarla çok konuştum, çok dinledim anlattıklarını. Tarih onları kahramanlığa layık görmemiş, üzerlerinden 12 Eylül geçmiş ama tam olarak onları değil, bir büyüklerini ciddiye almış, cezaevine girememiş, girmişse uzun kalamamış, doğru düzgün örgütlenmeye bile fırsat bulamamış bir kuşak. Bir kısmı, 90’larda ülkenin entelektüel bakiyesini oluşturacak ama hep buruk kalacaklar. Onları görebilirsiniz, yüzlerine biraz uzun bakmanız ve onları dinlemeniz yeterli. Bize, 90’larda çocuk olanlara ne kadar çok benzediklerini dehşetle fark edeceksiniz. Bu yüzden, Çok Uzaklarda Bir Yaz’ı bir yaz daha, bu yaz da anımsıyorum.
Fuzûlî’nin şah ve piyondan el aldığı çok çarpıcı bir beyti de var: “Bana zamân ile Mecnûn mukaddem olsa n’ola/ Oyunda şâh beraber değil piyâde ile”. Hepimizin izlediği bu kirli pis savaş oyununun şahı, toprağa düşen nice hangi gençle beraber? Benim ilgilendiğim asıl soru budur.
SATRANÇ
Murat Batmankaya Türkçesiyle okudum bir kere daha Satranç’ı. Karısı Lotte ile beraber 1942’de, 61 yaşındayken intihar eden Stefan Zweig’ın bir nevi intihar mektubu sayılabilecek ve Nazizm zehrini doğrudan hedef aldığı romanı. Bir yol hikâyesi; hikâyenin iki kahramanı var. Bir de anlatıcımız. Bir gemi yolculuğunda Czentovic ile Dr. B.’nin oturduğu satranç oyunu. Satranç hep ilgi çekici geldi bana; kendisinden çok literatürü. Zweig’ın Satranç’ı ilk hatıra gelen ama Karasu, Nabokov, Duchamp, Unamuno ve daha fazlası, satrancı bir mecaz olarak da, doğrudan oyunun kendisini mesele ederek de ciddiye almış. Buraların oyunu sayılır satranç. Tarihi Mezopotamya ile Hindistan arasında salınıyor. Aruzun “satranç” isimli bir vezni bile var. 32’si dolu, 32’si boş bu oyunun bunca dikkat çekmesinin manası var elbette. Çünkü şah var, vezir var, şahı koruyan subaylar ve erler var, piyonlar var feda edilen hemencecik. Çok benziyor bu dünyanın kendisine. Zweig’ın metninde oyunu çok iyi bilen duygusuz, alık, bön Czentovic’in Hitler olduğu sır değil. Aslında zorlarsak çok kişiye daha benzetebiliriz. Fuzûlî’nin şah ve piyondan el aldığı çok çarpıcı bir beyti de var: “Bana zamân ile Mecnûn mukaddem olsa n’ola/ Oyunda şâh beraber değil piyâde ile”. Hepimizin izlediği bu kirli pis savaş oyununun şahı, toprağa düşen nice hangi gençle beraber? Benim ilgilendiğim asıl soru budur.
YAVRU
Vekâleten başbakanlık ettiği artık iyice ayyuka çıkan Profesör Doktor Ahmet Davutoğlu beyefendi, ölen uzman çavuşun akrabalarıyla yaptığı telefon konuşmasını anlatırken ağlamış. Şimdiye dek birçok böyle telefon konuşması yapmış, hiçbir “şehidimizin” yakını isyan etmemişmiş, hepsi tevekkülle konuşmuşmuş. Yavrusunu yitiren kimsenin adına konuşacak değilim ama pek sayın profesör siyaset uzmanı ve yüksek analist Davutoğlu beyefendiye tavsiye edeceğim bir metin var. Emrah Serbes’in “Üst Kattaki Terörist”ini okusa belki sever. Sonra hep beraber ağlarız. Zaten ağlamaktan daha iyi bildiğimiz az şey var dünyada.
Söz, ona Hulusi Seven tarafından derlenen Erzurum türküsü “Huma Kuşu Yükseklerden Seslenir” türküsünün hikâyesini de anlatacağım.
Evrensel'i Takip Et