Kültürümüz kimliğimiz -10-
Bu konu bir "dizi" gibi oldu.
Eskiler bunu "pehlivan tefrikası" olarak nitelerlerdi.
(Kimi güncelerde kimi yazarlar, pehlivan güreşlerini anlatırlardı. Her gün köşelerinde yayınlanan bu anlatıları uzattıkça uzatırlardı. Bu yüzden birisi sözü ya da yazıyı gereksiz yere uzattı mı "pehlivan tefrikası" gibi denirdi.)
Bu yazının bir dizi gibi uzaması gerekiyordu. Çünkü konumuzda öyle ön yargılar oluşmuş ki, düzeltmek zor… Hele bu durumdan yararlananların çoğaldığı bir evre de bu daha da zor.
Konunun bir yerinde aralık bıraktınız mı, hemen çarpıtılmış yorumlarıyla işleri bulandırıveriyorlar. Gene de yalnızca önemli gördüğüm kimi yanlışların altını çizmekle yetindim.
Konuyu, "onarım" konusunda düşündüklerimi de aktararak bitireceğim.
Özellikle son yıllarda onarıyoruz derken bir- iki yüzyıllık evlerimizi yenileştiriveriyorlar. Bunu yalnız biz yapmıyoruz. Örneğin Japonya'da ünlü Kyoto sarayının kimi parçaları yıldan yıla değiştiriliyor. Bu nedenle yüzyıllarca önce yapılmış gibi görünmezler de yeni yapılmış gibi görünürler.
Oysa "korumak", yapının, çağını yansıtmasının süresini uzatabilmektir bir bakıma. ( Elbette bana göre) Bu tanıklığı geleceğe de taşımaktır daha doğrusu. Her özgün yapıt kültürümüzün de belgesidir çünkü… Yalnız bizimkinin değil, bütün insanlığınkinin de…
(Bunu yapmazsanız, günün birinde kim olduğunuzu da unutabilirsiniz. Şöyle bir düşünün, içimizde kaç kişi onuncu dedesinin kim olduğunu biliyor?)
Bugün ilginç bir dönem yaşıyoruz.
Her yerde onarımla yenilemeyi birbirine karıştıranlar, yaşama kültürümüzün özgün yapıtlarını "çakma" işlere döndürdüler. Betonarme saçak yapıp, altına ahşap kaplayarak, ahşapla yapılmış gibi gösterdiler?
Gerçekten anıt yapı olan evi, yıkıp tıpkısı tıpkısına yenisini yaparak, onu kültürümüzden silmediler mi? "Ben şuyum", " ben buyum" diyerek, kendi çarpık yorumlarına göre kimlik edinmeğe kalkışanlar, yüz yılların yapıtlarını, kendilerini üyesi saydıkları etnik kümenin işlerine benzetmeğe kalkışmadılar mı? Beton ya da tuğla duvar üzerine ahşap kaplayarak, sıva üzerini mermere benzeterek boyayanlar yeni yeni tarihsel yapılar yaratmağa kalkışmadılar mı?
Kendi ülkelerinde yaratılmış, gerçekten yapıldıkları çağla çağdaş işlerin kopyalarını yapmadılar mı, yapmıyorlar mı? Böylece özgün yapıtlarımızın değerlerine "zarar" vermiyorlar mı? Örneğin Sinan'a en büyük kötülüğü bu yoldan biz yapmıyorlar mı?
Mimarlıkta işlevle biçim arasındaki ilişkiyi yok saydılar. Birbirlerinden ayrı düşürdüler… Daha kolay satabilmek için yapıların dışlarını yalan yalan boyuyorlar, değişik gereçlerle allayıp pulluyorlar. Kuyruklu yalanlarla halkımızı aldatmayı sürdürüyorlar.
Oysa Nazım Hikmet, daha 1930' larda öz ile biçimin birbirlerinden ayrılamazlıklarını vurguluyordu. Yalnız mimarlık yapıtları için değil, roman için de, şiir için de, bütün sanatlar için de… Hem de mimarlarımızdan önce… Hem de çağının kimi mimarlarının, kent tasarımcılarının inandıkları gibi, bir anlamda,"form fellow funktion" =( biçim işlevi izler) demek istiyordu.
Sonuçda, onun gibi düşünmeyenlerin, özleri çarpık olanların, biçimleri de çarpıklaştı.
Elbette bir gün bütün bunlardan kurtulacağız. Elbette bu dünden bu güne olmayacak… Önce insanlığımızın bilincine varacağız. Onu sonradan edindiğimiz, ikincil, üçüncül kimlerimizi öne alarak zedelemekten kurtulacağız. Koruma olgusunun ancak bütünün içinde, çevresiyle birlikte olabileceğini kavrayabileceğiz. Ama her şeyden önce şu gerçeğin bilincine varacağız: İNSANIN KORUNMADIĞI YERDE, ONUN ELİYLE YARATILMIŞLARI KORUMAK ANCAK BİR ÇARPIKLIKTIR.
On haftadır kimliğimiz- kültürümüz üzerine yazdım. Bunca uzun yazmakla belki okuyucumu sıktım. Çok kaba çizgilerle de olsa, ayrımcılardan, bizi göçebe görenlerden, ülkemizi başkalarına peşkeş çekenlerden bıktığımızı dile getirmeğe çalıştım bir daha…
Elbette İNSANCA KİMLİĞİMİZ KÜLTÜRÜMÜZDÜR. Ya da KÜLTÜRÜMÜZ KİMLİĞİMİZDİR!
Evrensel'i Takip Et