Adalet arayışı değil korku ağır bastı
Falkland adaları nerede biliyor musunuz? 1982 yılı nisan ayının öncesinde İngilizlerin dahi önemli bir çoğunluğu bu sorunun yanıtını bilmiyordu. Hatta muhtemelen adını dahi duymamıştı. Ta ki Arjantin’deki cunta rejimi İngiltere’ye ait olduğu iddia edilen Patagonya’nın doğusundaki adalara asker çıkartıncaya kadar. Görevinin üçüncü yılını doldurmak üzere olan Thatcher için zor bir dönemdi. Uyguladığı neoliberal politikalar işsizliğin ve gelir eşitsizliğinin hızla tırmanmasına yol açarak geniş halk kesimleri nezdinde büyük düşmanlık yaratmış, parti içi muhalefet tarafından dahi sert bir şekilde eleştirilir hale gelmişti. Anketlerde kendisine duyulan güven yerlerde sürünüyordu. Yaklaşan seçimlerde iktidarı koruması bir yana, partisinin başında kalması bile mümkün gözükmüyordu. Ama Falkland savaşı tüm dengeleri değiştirdi. Thatcher’ı kelimenin tam anlamıyla ipten çekti aldı. Literatüre “Falkland Etkisi” olarak geçen bu milliyetçi rüzgarı arkasına alan Thatcher sonrasında seçimleri büyük bir farkla kazanmakla kalmadı ülke tarihinin de en popüler (en azından muhafazakarlar açısından) liderleri arasına girdi. Kuşkusuz Thatcher dünya tarihinde milliyetçiliğe yaslanarak siyasi çıkmazını aşmaya çalışan ilk lider değildi. Son da olmadı. Mahkemeye çıkarıldığında savunmasına vatan sevgisini vurgulayarak başlayan adli tutuklular gibi pek çok politikacı başı sıkıştığında sert milliyetçi bir diskur benimseyerek çıkış yolu aradı.
Kasım genel seçimleri Türkiye siyasetinde belki de en büyük oy dönüşlerinden birine sahne oldu. Ve bunun ardında yatan etkenler arasında AKP’nin iki seçim arasındaki iktidarına atfedilecek tek bir olumlu icraatını saymak mümkün değil. Aksine, iktidar tüm seçim stratejisini bu süreci daha da karanlık kılmak üzere kurdu. Barış süreci buzdolabına konurken, ayrılıklar körüklendi, rakipler seçim çalışmalarını dahi yürütemez ölçüde baskı altına alındı. PKK hedeflerine dönük operasyonlar başlatılırken, vatan savunması söylemiyle kitleler mobilize edilerek ülke genelinde geniş çaplı bir milliyetçi hezeyan yaratıldı. Kürtlere ait iş yerleri talan edildi, linç vakaları yaşandı. Böylece siyasi iktidar sadece milliyetçi muhafazakar duyarlılıkları yüksek kesimi ardına yedeklemeyi değil aynı zamanda geri kalan toplum kesimlerini de sindirmeyi, alternatifsizlik hissiyatını geliştirmeyi amaçladı. Beyaz Toros referanslarıyla geçmişe dönük korkular beslendi. Bu sefer de olmazsa üçüncü bir seçimi bu ülke kaldıramaz düşüncesi hakim kılındı. Ekonomideki olumsuz gidişat ise iktidarın elini zayıflatmak bir yana, hükümetin kurulamaması ile ilişkilendirilerek senaryoyu tamamlayıcı ana parçalardan biri haline dönüştü. Ve nihayetinde seçmen nezdinde adalet arayışı değil, korku ağır bastı.
Burada elbette Devlet Bahçeli için de ayrı bir parantez açmak lazım. 7 Haziran’ın hemen ertesinde AKP’siz bir hükümet seçeneğini ortadan kaldırarak mevcut senaryonun uygulanmasında Davutoğlu dahil tüm AKP’lilerden daha işlevsel bir rol oynadı. Bu sayede parti devletine giden sürecin önünü almaya dönük önemli bir fırsat kaçtığı gibi, erken seçim de AKP’nin tek başına iktidarı ile koalisyon ortaklığı arasında bir tercihe dönüştü. Erdoğan’a bu el yerime sen oyna dese, o dahi AKP açısından daha iyisini yapamazdı.
Elbette bunca adaletsizliğe, baskıya ve demokrasi mücadelesinde kaybettiğimiz arkadaşlarımıza rağmen seçmenin yarısına yakının siyasi iktidarın devamından yana tercihini kullanması canımızı acıttı, hayal kırıklığı yarattı. Ama şunu da sormadan edemiyor insan, ne kaybettik biz gerçekten? Alternatifimiz neydi, AKP-MHP koalisyonu mu? Böylesi bir durumda, adaletsizliklerin hesabı mı sorulacaktı, hak ve özgürlükler mi genişleyecekti? Belki coşkulu bir balkon konuşması dinlemeyecektik, iktidarın medya komiserleri bir süre daha düşük tondan konuşacaktı. Ve muhtemelen kısa bir süre sonra yaşayacağımız erken seçimde benzer bir tabloyla karşılaşacaktık.
Önümüzde ekonomik koşulların giderek ağırlaşacağı yeni bir süreç var. Tek parti iktidarının piyasalarda yarattığı olumlu hava uzun sürmeyecek, gerçeklerle yüzleşeceğiz. AKP iktidarının sırtını yasladığı sağ-sol kutuplaşmasını aşarak daha geniş bir demokrasi cephesi örmenin yegane yolu ekmeğinin peşinde “istikrar” arayan halk kesimlerini kazanabilmekten geçiyor.
Evrensel'i Takip Et