22 Kasım 2015 00:50

Ne çok seviyorlarmış barışı

Ne çok seviyorlarmış barışı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Denizler tanrısı Poseydon; insan yiyen tek gözlü oğlunun gözünü kör ettiği için,Troya savaşı dönüşünde, eski kral Odisseus’un gemilerini,  saldığı azgın fırtınalarla batırdı ve onu savaş nedir bilmeyen Fayakların cennet adasındaki bir sahile savurup attı!.. Perişan ve çıplak Odisseus; sahilde Fayakların güzel prensesi Naussikaa’yla karşılaşınca, hemen bir zeytin dalıyla örttü önünü! Bir süre bu garip yabancıyı dinleyen prenses Naussikaa, ona giysiler verdi ve saraylarına buyur etti... 

ODİSSEUS’U SEVGİYLE AĞIRLIYORDU FAYAKLAR...

Fayakların kralı iyi yürekli Alkinoos; Odisseus’u, şölenlerle ağırlamaya başladı sarayında...  O ilk akşamki yemeğinin sonuna doğru Odisseus; “On yıl kadar süren savaş sonrası, Troya’dan ayrılıp gemilerim ve yoldaşlarımla birlikte,ülkem İtake adasına doğru yelkenleri açtım,” diye başından geçen bazı olayları anlatmaya başladı. “Bir ara Lotosyiyenler denen insanların yaşadığı bir adaya uğradık biraz dinlenmek için.

O MEYVEYİ YİYENLER ARTIK SAVAŞ İSTEMİYORDU!

Biraz dinlendikten sonra, orada yaşayan insanlar konusunda bilgi toplasınlar diye, üç adamımı adanın içlerine doğru gönderdim... Ama bir türlü geri dönmediler! Haliyle onları aramaya çıktım.Epeyce uzun sorup soruşturmalarımdan sonra onları bulabildim! Bir de ne göreyim? Oranın halkı, savaşın ne olduğunu bilmezmiş! Çünkü lotos ağaçlarının meyvelerinden yerlermiş hep. Ve kim yerse o meyvelerden, bir daha o barış ülkesinden ayrılamazmış! Artık oradaki deniz ve toprakla bütünleşir, aşk içinde, dingin bir yaşam sürmeye başlarmış!.. Bunları duyunca haliyle donup kaldım... Çünkü üç adamım da lotos meyvesinden yemişler; savaşın olduğu ülkelere artık geri dönmeyi kesinlikle istemez olmuşlardı... Beni bile dinlemiyorlardı artık! Sonunda dayanamayıp üçünü de zincirleyip gemilere getirdim... Öteki yoldaşlarım da lotos yer diye ödüm kopuyordu... Çünkü lotos yerlerse beni yalnız bırakacaklardı... Ben de tek başıma halkımın ve çocuğumun yanına dönemeyecektim.. 

Meğer insan ne çok severmiş barışı! Ve de barış ülkelerini!..

TEPEGÖZLER POSEYDON’UN ÇOCUKLARIYMIŞ...

Neyse, hemen uzaklaştık oradan. Kaç gün sonra gene tam bilemeyeceğim, Tepegözler denen azgın mı azgın adamların ülkesine yakın bir adaya ulaştık.-. Daha önce adasına konuk olduğum bir tanrıça anlatmıştı bana: Alınlarının ortasında tek gözleri olduğu için Tepegöz diyorlarmış onlara. Bizim bildiğimiz toplumsal yaşam biçimi diye bir şeyleri yokmuş... Ne ekin ekerler, ne tarla sürerlermiş. Tanrıça Demeter’in tohumlarla karıştırdığı toprak ne verirse, onları yer içerlermiş mağaralarında. Yani ortak ekip diktikleri, bölüştükleri bir şeyleri yokmuş. Birbirlerinin dertleri, sevinçleri umurlarında değilmiş. Denizler ve karalar tanrısı Poseydon’un çocukları olan bu Tepegözler; uzak denizlerin ve karaların gizemlerini çözmek için enginlere açılan o meraklı insanları çiğ çiğ yerlermiş!..Çünkü denizlerin ve karaların sırlarını çözmesini istemezlermiş insanların! 
İşte bu Tepegözlerin ülkesine yakın bir adaya çıktığımız gece, büyük bir kayanın altından pırıl pırıl çıkan bir kaynak gördük. Bu kaynak suyuyla yıkandık. Karnımızı doyurup bir güzel uykuya daldık... Gül parmaklı şafak tanrıçası erkenden uyanıp denizleri ve karaları rengarenk  boyamaya başlayınca, biz de uyandık. Hemen yoldaşlarımı topladım. ‘Arkadaşlar,’ dedim, ‘bakalım Tepegöz denen o adamlar, tanrıça Kirke’nin söylediği gibi gerçekten canavar mıdır, yoksa konuksever insanlar mıdır? Gidip göreceğim.’

O TEPEGÖZLERİ DE İYİCE TANIMALIYDIM!

Kürekçilerimin arasından on iki yoldaş seçtim. Ve hemen yanımıza biraz yiyecek içecek bir şeyler aldık...  Gerekirse onu Tepegözlere armağan olarak verecektim! Tepegözlerin ülkesindeki bir limana yanaştık gemimizle.

Sahilden içerilere doğru yürürken önümüze bir mağara çıktı... Mağaranın çevresini de hep defne ağaçları sarmıştı. Koyun keçi sürüleri için bir ağıldı burası... Haliyle mağaranın içinde de insan azmanı bir Tepegöz oturuyor olmalıydı... İlle de onu yakından tanımak istiyordum.

Mağaraya girdiğimizde kimse yoktu... Ama biraz sağa sola bakınınca şaştık kaldık. Büyüklü küçüklü kaplar; yağ, peynir ve çeşit çeşit süt ürünleriyle silme doluydu! Yoldaşlarım; ‘Hemen peynirleri, taze kuzuların bir kısmını alıp gemilerimize dönelim!’ dediler; yalvardılar. Ben istemedim. Çünkü durmadan itiyordu beni yüreğim. ‘Şu insan azmanı Tepegöz denen canavarı bul, neyin nesidir öğren’ diyordu hep...
İnatçı kafam işte! Keşke onları dinleseydim!..“

Burada  biraz soluklanmak için Odisseus sustu... Fayakların kralı ve yöneticileri ve özellikle güzel prenses Naussikaa, onu can kulağıyla dinliyorlardı...

***
Güneşi koşturan atlı arabadaki tanrı Apollon’a âşık olan ve onu gökyüzünde bakışlarıyla sürekli izleyen o güzel kız, sonunda “gündöndü” çiçeğine dönüştü. Gene de hep güneşi izlemesini sürdürdü.

****

GÜNDÖNDÜ ÇİÇEKLERİ  

Şahlana şahlana giderken atlar,
Bulutlar yıldızlar dökülürdü.
Güneşin cömert atlarıydı onlar,
Dünyamız onlarla dönüşürdü.

Güneşi koşturan bu arabada,
Şair tanrı Apollon da olurdu bazen...
Gündöndü çiçeklerine dönüşecek,
O güzel kıza hani,
Şiirler yağdırırdı göklerden.

Hep böyle güneşi koşturan atlar,
Gördükçe kanrevan içinde insanları,
Gün gün dünyamızdan soğudular.

Ama o gündöndü çiçekleri var ya,
Apollon’a âşıktılar hani...
Bu aşkın hatırına atlar,
Güneşi her gün,
Gökyüzünde koşturuyorlar.
(Yaşar ATAN)

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa