Cinayeti gördük
Fotoğraf: Envato
Medya çağında ölüm, katliam ve suikastlar televizyonda, sosyal medyada seyirlik hale geldi. Ankara Katliamı’nda halay çeken gençlerin arkasında patlayan ilk bombaya, Suruç’ta parçalanmış cesetlere, Paris saldırılarında ölen, yaralanan veya can çekişenlerin acısına, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde bir suikasta kurban giden Tahir Elçi’nin öldürülüşüne neredeyse canlı yayın izler gibi tanıklık ettik.
Medya tanıklığı bizi olan bitene her zamankinden daha çok yakınlaştırırken, aynı zamanda üzerimize tüm ağırlığıyla çöken bir ahlaki sorumluluk da yüklüyor. Bizden uzakta bir yerlerde başlarına kötü şeyler gelen, şiddete maruz kalan, öldürülen, yok edilen insanların acısına tanıklık etmek, öyle kolayca bakılıp geçilecek şeyler değil. Birçoğumuz için “hiç kimse”, ama tanımadığımız birileri için “çok değerli” olan o kurbanların acısıyla ne derece empati kurabiliyoruz? Burada kuşkusuz tanıklık ettiğimiz acıyla bizi tanıştıran, o acıya aracılık eden medyanın yaşanan gerçekliği bize nasıl bir ahlaki sorumluluk bilinciyle aktardığı çok önemli. Ölen insanların acısına ne derece üzülmeliyiz? Hangi insanın ölümü daha çok yas tutmaya değer? Ankara’da öldürülenler mi, yoksa Paris’tekiler mi daha çok üzülmeye değer? Tanımadığımız bazı insanların aniden dünya üzerinden yok olmalarını, sanki hayatın normal akışı içinde olmuş bitmiş sıradan olaylarmış gibi görüp hayatımıza devam mı etmeliyiz? Yoksa faillerin bulunması ve cezalanması için hesap mı sormalıyız? Medya içeriği, kendi meşrebine göre bize bu soruların cevaplarını veriyor.
Değerli hukuk insanı, insan hakları aktivisti, barış savunucusu; ama aynı zamanda bir eş, bir baba ve cesur bir yürek olarak Tahir Elçi’nin de bir gün varken, ertesi gün bu dünya üzerinden yok edilişi seyirlik bir film gibi önümüze seriliyor. Ona bakıyoruz. Onu görüyoruz. Capcanlı konuşuyor. ‘Barış’ diyor. ‘Silahlar sussun’ diyor. ‘Tarihe sahip çıkalım, koruyalım, kültürel mirasımız önemli’ diyor. Sonra yine görüyoruz ki o barış diyen insanın çevresinde silahlar patlıyor. Korkuyu ve paniği, çatışmayı izliyoruz. Tahir Elçi yine orada, capcanlı. Sonra ona doğru dönen namluları seyrediyoruz. Silahlar patlıyor. Silahlar fırlatılıyor. İnsanlar koşuşuyor. Gazeteciler kameralarıyla o anı tespit ediyorlar. Ve sonra Tahir Elçi’nin yerde yatan cansız bedenine bakıyoruz. O artık yok. Ensesinden girip gözünden çıkan bir kurşunla katledilmiş. Birkaç saniye önce kanlı canlı yaşadığına tanıklık ettiğimiz bir insanın ölüsüne bakıyoruz artık. Sanki kendi ölümümüzü izliyor gibiyiz. Medya bu acının, bu yok oluşun sorumluluğunu yüklüyor bize. Nasıl kalkacağız bunun altından? Nasıl tarif edeceğiz olan biteni? Elimiz kolumuz bağlı seyrediyoruz. Eyleyeni belli, ama bizleri ekran önünde edilgen kılan bir tanıklık. Peki, bu tanıklığı bize yaşatan medya nasıl bir açıklama getirecek tüm bu olan bitene?
Tahir Elçi’nin öldürülmesi egemen medyada “CNN Türk’te ‘PKK terör örgütü değildir’ diyen Diyarbakır Barosu Başkanı PKK’lı teröristler tarafından öldürüldü” söylemiyle çerçevelendi. Bu söylem, Türk medyasının kullanmayı pek sevdiği kurbanı failleştiren “Su testisi su yolunda kırılır” mantığının yeniden üretimi. Acıya tanıklık eden bizleri, yaşanan acının yas tutmaya değer olmadığına ikna çabası. Çok değerli insanların varlığı gibi, ölümünü bile değersizleştirmeye çalışan, ahlak ve vicdan yoksunu günümüz medya personelinin öldürme eylemine bir nevi iştiraki.
29 Kasım sabahı “Kanlı Tekzip: Terör Elçiyi vurdu” başlığını atan gazete de, “Al Sana Terör” manşetiyle acıyı yok sayan, ölümü normalleştiren ve daha da adisi, “Bu da size kapak olsun” der gibi adeta sevinerek haberleştiren gazete de suikasta tanık olan bizlere o malum mesajı vermekte: “Onun için üzülmeye değmez.”
Sonra bir cenaze izliyoruz. Yine medyada. Bir tabut taşınıyor. Hani o ölümünü film gibi izlediğimiz insanın cenazesi. O insanın bir ailesi olduğunu anlıyoruz; karısını, çocuklarını, onların yüzlerinden okunan kederi izliyoruz. Karısının adı Türkan, kızının adı Nazenin, oğlunun adı Arin. Karısı sabah onu “Aman dikkat et kendine” diye uğurlamış. Kızı Nazenin bu yıl İstanbul’un en iyi okullardan biri olan Robert Kolejden yeni mezun olmuş. Tahir Elçi 10 yaşındaki oğlu Arin’i “Baba kurban” diye severmiş. Belki daha kahvaltıda beraberdiler. Ama o gün, bizim adeta canlı yayın gibi izlediğimiz cinayet günü, bir daha asla kanlı canlı bir arada olamayacak şekilde ayrıldılar. Çünkü Tahir Elçi’yi öldürdüler. Bu kez, tabut taşınırken, Türkan’ın, Nazenin’in, Arin’in büyük yasına tanıklık ediyoruz. Ağır bir sorumluluk daha yükleniyor omuzlarımıza.
Ahlak ve vicdan yoksunu medya ise tabuta sarılan bayrağın ne olduğuyla alakadar. Acıyı meşrulaştıracak her yol mübah.
Aynı medya, ertesi gün Tahir Elçi’nin cenazesinde konuşma yapan HDP yöneticilerinin kullandıkları sözcükler üzerinden niyet okumaya, yeni hedefler koymaya, yeni ölümlere zemin hazırlamaya ve muhtemel cinayetlere iştirak etmeye yelteniyor. Onlar değil belki, ama biz insanlığımızdan utanıyoruz.
Medyada izlediğimiz her cinayet, her katliam, her suikast bize çok büyük sorumluluk yüklüyor. Bizi hep birlikte hem etik hem vicdani sorumluluğa ortak ediyor. Medyanın utanmadan önerdiği gibi cinayetleri “makul son” olarak görüp meşrulaştırmakla, bize bu acıları yaşatanlardan hesap sormak arasında gidip geliyoruz. Medya sorumsuz ve ahlaksız. Peki, biz neyiz?
- Twitter'da haber patlatmak 29 Haziran 2018 00:23
- Suruç katillerini sandık cezalandırsın 22 Haziran 2018 00:31
- Barış kazansın 14 Haziran 2018 23:12
- Seçimleri TRT değil Youtube kazandıracak 18 Mayıs 2018 00:29
- Polis kafalı gazetecilerden medya saçmalamaları 11 Mayıs 2018 01:33
- Cumhuriyet davası açık bir öç alma davasıdır 26 Nisan 2018 23:13
- Haberciyi öldürdüler ama haber yaşıyor 20 Nisan 2018 00:15
- Dumanla haberleşmeye hazırlanın 30 Mart 2018 00:55
- Doğan Yayın Holding'in satılması: İmam nikâhı resmi nikâha dönüştü 22 Mart 2018 06:56
- Ali Baba'nın çiftliğinde her şey yasal 16 Mart 2018 00:15
- Beton mikseri ve adalet sarayı 09 Mart 2018 00:57
- Siyasette ‘parlak’ fikirler 16 Şubat 2018 00:55