06 Aralık 2015 01:00

'Kaderin cilvesi' meselesi

'Kaderin cilvesi' meselesi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Kirvem,
Geçen mektubumda “yerli ve milli milletvekili” meselesine devam edeceğimi, özellikle de  “milliyetçilik” denen ve özüme kalırsa tüm insanlığın şu ya da bu şekilde başına bela kesilen bu konu etrafında iki satır daha karalayacağımdan dem vurmuştum ama, olmadı.
Olmadı; zira “cennet” vatanımızda sabah “bismillah” deyip güne başladığımız daha ilk andan itibaren aynı günün akşam karanlığı henüz bastırmadan gerek birey, gerekse toplum olarak başımıza nelerin geleceğini, esen rüzgar, yağan yağmurlarla beraber memleketin gündeminin nerden nereye savrulup bizleri hangi hallerden alıp hangi hallere doğru savuracağını ya da paspas gibi nereye, ne zaman sereceğini bilemiyoruz.
Tanrı’nın kim bilir hangi dil veya hangi yazı türüyle özenip bezenerek yazıp alnımıza yapıştırdığı “kader” doğrultusunda, keza yine Tanrı’nın kendi yüce “irade”siyle belirlediği istikamet mucibince şu kırtıpil aleme pusulasız ayak basar basmaz ilk nefesimizle birlikte yaşamaya başlarken, daha sonraları, “hayat denen bu yolda” kimilerimiz dere tepe demeden dörtnala yol alırken, kimilerimiz düz ovada şaşırıyoruz.
Her konuda olduğu gibi, aynı şekilde yaşamımızın her safhasına, her anına “müdahil” olup, buna doğrudan doğruya “yön” veren Tanrı’nın bu üstün iradesi karşısında, onun birer naçiz “kul”ları olarak bittabii ki boynumuz kıldan inceyken, öte taraftan şu fani dünyanın göbeğine sanki ilelebet, sanki sıttin sene kazık çakabileceklerini, sanki “meçhule giden o gemiye” asla binmeyeceklerini sanıp, böylece nervürlü demirlerle, çimentolarla, mıcırlarla, dere kumlarıyla iyice harmanlayıp atacakları beton temeller sayesinde Tanrı’nın “iktidar”ıyla tövbe tövbe boy ölçüşmeye nerdeyse soyunup, dolayısıyla kendi iktidarlarının “süfli” hesaplarını inceden inceye hâlâ yapmaya kalkışan “insan” kılıklı kimi “muktedir”lere acaba ne demeli!
Dünya coğrafyasının şu veya bu yöresini, şu veya bu diyarını zaman çarkının kim bilir hangi evresinde; sanki ecdatlarının, sanki babalarının tarlası, sanki sadece kendi bağları, bostanlarıymış gibi, yerine göre zorla, hileyle, bilek veya silah gücüyle zaptetmekle kalmayıp, dahası da gasbettikleri bu topraklar üzerinde kendi hegemonyalarını sürdürürken, diğer yandan oralarda eskiden beri yaşayan yerel halkların önce kültürlerini, akabinde de göçlerle, asimilasyonlarla, soykırımlarla köklerini tıpkı ayrıkotları misali kurutmayı kendi “istikbal”lerinin, kendi  “milli hassasiyet”lerinin bir nevi garantisine dönüştürüp, bunun “düzen”ini dayatan “zorba”lara keza ne buyrulur!
Ancak “İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece” diyen Ünlü Ozan Veysel’in ardından, bu bozuk, bu yampiri düzeninin ilelebet aynı rotada gitmeyeceğini, ayrıca sadece tüm dünyada değil, aynı zamanda da bizatihi kendi ülkemizde yaşayan insanlar arasında da; kör bir “savaş” yerine, tam aksine kalıcı bir “barış”ın tesis edilmesinin zamanının çoktan gelip geçtiğini, dolayısıyla “insan” kimliğimizle hepimizin aklımızı başımıza toplayıp bu yolda çaba harcamamızın zaruretine değinen bir “vatandaş”ımızı, bir “insan hakları savunucusu” nu, bu yolun yolcusu bir “Elçi”yi canı yürekten alkışlayıp destekleyeceğimize, bunun yerine kim bilir hangi şeytanca hesaplarla atılan bir tek kurşunla cansız bedeninini boylu boyunca yere sermeyi, hele hele bunu da ikide bir “Yüzde doksan dokuzu elhamdülillah Müslüman olan” bir ülkenin camilerinden birinin minaresinin tam da ayaklarının dibinde, tam da onun gölgesinde gerçekleştirebildikse, bunun utancını acaba kimlerle,  nasıl ve hangi yüzle paylaşabiliriz kendi payıma gerçekten de bilemiyorum Kirvem!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa