08 Haziran 2011 11:13

AKP’nin eğitim karnesi -2

AKP’nin eğitim karnesi -2

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında kapitalizm, kendi var oluş koşullarını bütünsel olarak yeniden üretirken, bu bütünsel değişimin merkezinde yer alan eğitim alanında da bir dizi uygulamayı hayata geçiriyor. AKP’nin eğitim karnesine bu açıdan bakarsak, özellikle geçtiğimiz 9 yıl içinde eğitim sisteminde yaşanan köklü değişikliklerin, eğitimde piyasalaştırma ve özelleştirme uygulamalarının tek başına AKP’nin ürünü olmadığını söyleyebiliriz. Ancak bunu söylerken, bugüne kadar hiçbir hükümetin, başta eğitim ve sağlık hakkı olmak üzere, halkın ekonomik ve sosyal haklarına AKP kadar saldırma cesareti göstermediği gerçeğini de göz ardı etmemek gerek.
AKP, geçtiğimiz 9 yıl içinde “müşterisi” en çok olan kamu hizmetlerinin başında gelen eğitimi, sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, kamu hizmetlerinin tamamının sunumunda serbest piyasa kurallarını adım adım uyguladı. Kapitalizmin krizlerle boğuştuğu bir dönemde 16 milyonluk bir “ekonomik pazar”ın piyasa ilişkileri dışında kalması elbette beklenemezdi. Nitekim 2004 yılında Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yapılan değişiklikle okullarda “gönüllü” bağış uygulamasının yasalaşması, okul aile birlikleri eliyle her öğrenciden para toplanması, kantin ve servis ihaleleri düzenlemek, otopark işletmeciliği yapmak gibi uygulamalar hayata geçirildi. Sadece geçtiğimiz yılda halkın cebinden 15 milyar TL eğitim harcaması yaptığı tahmin ediliyor. Üstelik bu harcamaların önemli bir bölümü 12 Eylül Anayasa’sında bile “parasız” olduğu yazılan ilköğretimde gerçekleşmiş. Türkiye’de sermaye birikiminin ulaştığı aşama nedeniyle eğitim sistemi içinde piyasa ilişkilerinin toplumsal ilişkilerinin tamamını kapsayacak ölçüde bir egemenlik biçimine dönüşmesi, eğitim kurumlarının büyük bölümü hala devlete ait olmasına rağmen, bütün eğitim kurumlarında verilen hizmetlerin önemli bir bölümünün özelleştirilmesi, eğitim hizmetlerini sunan eğitim emekçilerinin ise daha esnek, kuralsız ve güvencesiz çalıştırılmasını beraberinde getirdi.
2003 yılından itibaren eğitimde kadrolu istihdam yerine sözleşmeli, ücretli, taşeron ve 4-c uygulamaları aracılığıyla istihdamda parçalı ve güvencesizliğe dayanan bir yapı oluşturuldu. Bugün resmi verilere göre 27 bin okulda yardımcı hizmetli kadrosu bulunmadığı için, bu işler “dışarıdan hizmet satın alma” yoluyla gerçekleştiriliyor. Devletin elinde, yeterli sayıda kadrolu öğretmen atayacak, yeterli derslik ve okul yapacak kaynaklar varken, bu kaynaklar kamu okullarına aktarılmak yerine, her biri aynı zamanda birer “ticari işletme” olan özel okullara destek amacıyla kullanılıyor. İlköğretimden üniversiteye kadar sınava endeksli hale getirilen eğitim sistemi içinde önemli bir yer tutan özel dershanelerin sayısındaki artışa paralel olarak, özel dershanelerde güvencesiz çalışan öğretmenlerin sayısı 2002’de 19 bin 881 iken, 2011’de 50 bin 209’a yükseldi. Özel okullarda çalışan 50 bin 853 öğretmenle birlikte ele aldığımızda güvencesiz çalışan öğretmenlerin sayısı 100 bini aşıyor. Bu sayıya devlet okullarında da ek ders karşılığı ücretli olarak çalışan öğretmenleri de eklersek toplamda 200 bine yakın güvencesiz çalışan öğretmen istihdam edildiğini görüyoruz. Okullarda taşeron şirket bünyesinde çalışanlar ve 4-c statüsünde çalışanları da bu hesaba kattığımızda ortaya çıkan vahim tabloyu fazla anlatmamıza gerek yok.
Başbakan 12 Haziran seçimlerine yönelik olarak hazırladığı reklam kampanyalarında Türkiye’nin kendi dönemlerinde çağ atladığını iddia etse de, bu iddialar “çağ atlayan” Türkiye’nin OECD ülkeleri içinde öğrenci başına yapılan kamusal eğitim harcamaları bakımından “daimi sonuncu” olma gerçeğini değiştirmiyor. Geçtiğimiz dokuz yıl içinde eğitime bütçeden eğitime ayrılan pay görünürde artsa da, eğitime ayrılan kamu kaynaklarının ne kadar yetersiz olduğunu OECD’nin her yıl yayınladığı “Bir Bakışta Eğitim” raporları yalanlıyor. 12 Haziran seçimlerine üç gün gibi kısa bir süre kaldı. Türkiye’de yaşananları az çok sağlıklı bir şekilde gözlemleyebilen herkes, bir konuda doğruları söylemenin tek başına yeterli olmadığını bilir. Seçim sürecinde örneklerini çokça gördüğümüz gibi, iktidar kaynaklı yalanların bu kadar egemen ve etkili olduğu bir ülkede, hangi konuda olursa olsun, gerçeği savunanların bir araya gelip mücadele etmesi sağlanmadıkça, yalanların egemenliğine son vermek mümkün görünmüyor.

evrensel.net
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa