Hayali cemaatler ve devlet...
Polis, ‘Milletin burada yaşamaya hakkı yok mu? Burası Kürdistan! Ne istiyorsunuz?’ diyen kadına ‘Burası Türkiye! Kürdistan Mürdistan yok’ diye bağırırken kameralar da çalışıyordu. Kadın ısrarcıydı: ‘Burada yürüyemeyecek miyiz? Kürdüm ben!’ Polise doğru sinirli bir iki adım attı. Yanındaki adam onu durdurana kadar da ilerledi. Polislerin sayısı çoğalmış, kadınla tartışan polis iyice celallenmişti ki münakaşa o ara sönümlendi. Polisler arkasını döndü, kadın uzaklaştı. Kameralar önünde yaşanan bu tartışma, hafta boyu Şırnak, Diyarbakır ve Mardin’den gelen sokağa çıkma yasakları, çatışma ve ölüm haberlerinin yanında yerini aldı. ‘Teyzeye helal olsun’ diyen de oldu, ‘Polisten tokat gibi cevap’ diyen de.
Diyarbakır’ın abluka altındaki bir sokağında bir polisle bir yurttaş arasında yaşanan bu karşılaşma, şu an bölgede yaşananların yanında taliymiş gibi gözüküyor olabilir. Ama elinde çantası, kim bilir hangi işini halletmek için sokağa çıkmış orta yaş üzeri kadının kendisine doğru su sıkan polislerden biriyle girdiği çatışma meselenin tam da özü. Coğrafyanın adını kim belirleyecek? Devlet aygıtlarından polis mi, yoksa oranın halkı mı? Devlet aygıtı halkın söylediğini beğenmeyince ne yapacak? Karşılığında ne görecek?
Aynı günlerde İstanbul’da İnsan Hakları Film Günleri kapsamında Nave Te Çi Ye (Adın Ne) isimli bir belgeselin gösterimi oldu. Film seksenlerde doğan altı karaktere verilen ve çoğunlukla nüfus memurunu aşamayan Kürtçe isimlerin nüfusa Türkçe yazılmasını ve bu durumun, karakterlerin yaşamlarını şekillendirmesini konu alıyor. Nave Te Çi Ye ulus-devlet politikalarının bireylerin hayatlarında yol açtığı derin izlerden birine odaklanıyor. Gösterim sonrasında seyirciyle söyleşirken yönetmen ‘Bugün yaşananlara bakınca isim mevzuunu konuşmak absürt geliyor’ diyordu. Fakat yine, aslında mesele tam da bu değil mi? Kürt çocukların adını kim koyacak? Berîvan, kimlikte Perihan olunca benliği nasıl şekillenecek? Gabar, Cabbar olmayı reddedince ne olacak? Zana hayatına nasıl devam edecek?
Bu soruların cevabını geçtiğimiz günlerde ölüm haberiyle gündeme gelen Siyaset Bilimci, Teorisyen Benedict Anderson’ın ‘Ulus, hayali bir cemaattir’ ifadesi ve onun çağrıştırdıkları üzerinden arayabilir miyiz?
Ulusçuluk, özellikle de ulus ve medya ilişkisi deyince akla ilk gelen ve literatürde en çok referans verilen isim Benedict Anderson. En çok bilinen kitabı ‘Hayali Cemaatler’de Anderson, ulusalcıların derin inancının tersine, uluslar kadim zamanlardan beri süre gelen, başlangıçtan beri var olan organik topluluklar değildir diye yazar. Uluslar modern zamanların bir ürünü olarak belirli tarihsel koşullar altında yapay bir şekilde inşa olmuş cemaatlerdir. Anderson’a göre, ulus bir tahayyülün ürünüdür çünkü en küçük uluslara mensup bireyler dahi birbirleriyle hiç karşılaşmayacaklardır. Buna rağmen bireylerin ortak bir topluluğun parçası olduklarına dair inançları daim olacaktır. 16. yüzyılda ‘matbaa kapitalizmi’ ile standartlaşmaya başlayan ana diller ve yaygınlaşan basılı medya, bireylerin kendilerini bir ulusun parçası olarak tahayyül etmelerine zemin olmuştur. Anderson, yazılı dilin ulusal kimliklerin kurgulanmasındaki yerini vurgularken gazeteye de ulusal aidiyet hissinin oluşturulmasında ve devam ettirilmesinde özel bir rol atfeder.
Matbaa kapitalizmi, gazeteler, kitaplar ve bunların yaygınlaşarak dili standartlaştırması toplulukların doğasında elbette belirleyici olmuştur. Fakat Anderson’ın ulus tanımında sözlü geleneğin, yazılı olmayan kültürün ve hafızanın birliktelik kurgusundaki rolünü hafifseyen bir yan var. Diğer yandan ulusalcılığı pozitif bir yerden kuran bu formül farklı cemaat tahayyüllerinin yarattığı çatışmayı yok saymaya neden olabilecek bir kurgu haline geliyor. İnşa edileni, hayal edileni gerçekte var olanla eş tutmaya meylederken hiç bir topluluğun homojen olmadığı esası göz ardı edilebiliyor. Uluslaşmayı zihinsel bir süreç olarak kurgulaması bu formülün hem gücü hem de zayıflığı belki de. Zira Anderson’ın analizi, cemaatlerin oluşmasında olduğu kadar farklı tahayyüllerin yok sayılmasında, ideolojik ve baskıcı aparatlar aracılığıyla bastırılmasında ve bu uğurda şiddetin gündelikleşmesinde devletin ve devlet mekanizmasının başrolünün azımsanmasına vesile oluyor. Kısaca, ‘Ben Kürdüm’ diye polise çıkışan kadınla polis arasında yaşanan çatışma ya da kimliğe Agîd yazmamakta direnen nüfus memuru ile Kürt baba arasındaki karşılaşma, iki farklı cemaat tahayyülünün çatışmasından çok devletle devletsizlik arasındaki karşılaşma olarak görülebilir.
Evrensel'i Takip Et