'Yerli ve milli milletvekili' meselesi (11)
Fotoğraf: Envato
Kirvem,
“On yılda on beş milyon genç” yarattığımız o “eski Türkiye”nin pabucunu dama atalı hayli zaman geçti; köprülerin altından akıp giden sularla birlikte, nüfusumuzun çoğunluğu “köylü”,
nam-ı diğeriyle “milletimizin efendisi” olanlar, babadan, dededen kalan çorak tarlalarında bir taraftan çift sürerken, diğer yandan da karasabanlarını çeken zayıf, sıska öküzlerinin sırtlarını ellerindeki değnekleriyle arada bir hafiften hafife yoklayıp, aynı zamanda da davudi seslerinin en üst perdesinden “ho, hoo, horovel” tekerlemesiyle öküzlerini çoştururken, daha sonraki yıllarda; “Yeter, söz milletindir!” sloganıyla “iktidar”a gelen Demokrat Parti’yle başlayan “kalkınma” hamlesiyle devreye giren traktör, pulluk, biçerdövenlerin hırıltılı seslerinin arasında horoveller giderek sessizliğe büründü...
Milletçe harıl harıl kalkınıyorduk...Sabahın köründe tarlalara koşan “efendi”lerimiz, bu kez “Coni Amca”mızın çeşitli adlar altında yaptıkları ekonomik “yardım”ları,”hibe” yoluyla gönderdikleri tohumluk buğdayları her zamanki gibi tarlalara atıp, ertesi sene bol, bereketli mahsul toplamaktansa, piyasaya el altından, gizliden gizliye sürüp böylece alın teri dökmeden bir müddet geçimlerini bu yolla kazanırken, diğer yandan yine Coni Amca’larımızın “sevap”larına veya belki de çok sevdikleri karakaşlarımızın huyu suyu hürmetine yolladıkları şilepler dolusu bayat süt tozlarını, kavuniçi renkli erimiş peynirleri okullarımızdaki bebelere dağıtıp dururken, onların bol kepçeyle sundukları bu “bonkör”lüğün bedelini, Kore’ye gönderdiğimiz hepsi de birbirinden kahraman “mehmetçik”lerimizin kanıyla yaban ellerde, Kore Savaş’ında, misliyle ödüyorduk...
Çelişkiler içindeydik... Bir taraftan Türk, Kürt,Yahudi, Ermeni, Laz, Çerkes, Rum, Süryani, Keldani, Alevi falan feşmekan demeden ceplerinde T. C. kimliği taşıyan “vatandaş”larımız arasında herhangi bir ayrım gözetmediğimiz tıfıl tıfıl gençlerimizi, “En büyük asker bizim asker” sloganıyla Kore’ye gönderip, dahası da onların yaban ellerde, “Gavuristan” diyarlarında savaşırken “şehit” ya da “gazi”lik mertebesine ulaşmalarından onur ve gurur duyuyorduk...
Zaman doludizgin gibi akıp gidiyordu... Köprülerin altından çağıldayan suların ardından, önceleri köylerde yaşayan, meralarda hayvancılıkla geçimlerini zar zor da olsa yine de temin edemeyen “köylü efendiler”imiz giderek önce şehirlerde “iş” kovalamaya, akabinde de daha iyi koşullar altında yaşamak hayaliyle, özellikle “Alamanya” yollarına düşerken, bu arada bizler yine milletçe yakalamak için yemin billah ettiğimiz “muasır medeniyet”in peşi sıra tazı misali koşuşturmayı hiç mi hiç ihmal etmiyorduk...
Etmedik, etmiyorduk, çünkü köylülüğün, fakirliğin makus talihini yenmenin en kestirme yolunun yükselen fabrika bacalarından geçtiğini, beş yıllık aralıklarla sürdürülen kalkınma “plan”ları sayesinde işşizliğin kökünün kazınacağını, evvelemirde de Avrupa Birliği’ne kapı aralayıp, bu yolda izleyeceğimiz “rota” nın da illa da “milli hassasiyet”lerimize kesinlikle terso olmaması için elimizi, kolumuzu her taşın altına koymaktan asla çekinmedik ama, olmadı...
Olmadı zira fırdöndü misali hangi tarafa dönersek dönelim eninde sonunda yakamızı bir türlü kurtaramadığımız, ancak ne idiğü belli olmayan bu “milli hassasiyet prangası”nın kölesi kesildikçe, memleket sathında ne birliğimiz kaldı ne de dirliğimiz...
Çünkü atalarımızdan miras aldığımız, “fıtrat”ımızın değişmez koordinatlarını teşkil eden milli hassasiyet veya milli duygularımızın temeli, dönüp dolaşıp sadece kendinden yana yontan nalıncı keserine dönüştü!
Nitekim bir zamanlar Cumhuriyet’le başlayıp birbirinin peşi sıra yaptığımız tüm “anayasa”larımızda; bu ülkenin kurucu unsurlarından hesapça en önemlilerinden biri olduğunu her defasında zırt pırt dillendirdiğimiz şu kadar milyon nüfuslu Kürt’lerin, şu kadar milyon Alevi “vatandaş”larımızın bırakın şu ya da bu minvaldeki hassasiyetlerini; tam aksine, dillerinin yanı sıra varlıklarını, dini inançlarını dahi inkar edip, aynı şekilde de direkt veya dolaylı yollarla asimilasyona tabi tutmayı nedense “tek”çi zihniyet malulü “devlet aklı”mızın olmazsa olmaz bencil anayasasına çevirdik...
Bocalıyoruz... Bugün bu saat hâlâ aynı inatla “milli ve yerli milletvekili” sevdasıyla yanıp tutuşup, bunu da ülkemizin bilumum meselelerine güya “çözüm” babında diretip, hele hele bundan medet umuyorsak, ehh o zaman ört ki ölem Kirvem!
- Bitmeyen yazı* 05 Nisan 2022 00:14
- ‘Saltanat kayıkları’ meselesi 19 Mart 2022 23:23
- 'Ayıp' meselesi 12 Mart 2022 23:00
- ‘Yamuk beyinler’ meselesi 05 Mart 2022 21:31
- ‘İp ipullah sivri külah’ meselesi 26 Şubat 2022 23:05
- ‘Laklakiyat’ meselesi 19 Şubat 2022 20:45
- ‘Saz çalıp çığırmak’ meselesi 12 Şubat 2022 22:00
- ‘Demirkazık’ meselesi 05 Şubat 2022 23:20
- ‘Minik serçe’ meselesi 30 Ocak 2022 02:15
- ‘Enkaz’ meselesi 23 Ocak 2022 02:43
- ‘Rektifiye’ meselesi 16 Ocak 2022 03:40
- "Aç tavuk" meselesi 09 Ocak 2022 02:30