Roboski Katliamı'ndan bugüne ne değişti?
Facebook kullanıcıları bilirler, sık sık birkaç yıl önce çekilmiş bir fotoğrafınız “anılarınızı paylaşın” önerisiyle karşınıza çıkar. Medya kuruluşlarının sayfalarında da şöyle bir öneri çıksa mesela “Dört yıl önce Şırnak’ın Roboski ve Bujeh köylerinden 28’i aynı aileden, 19’u çocuk 35 kişi Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait savaş uçaklarının bombardımanıyla öldürüldü ve siz 10 saat boyunca bu haberi veremediniz.” Sansür konusunda hükümetle aynı çizgide olduğu için, hatta kimi konularda onu bile aşan engellemeleriyle eleştirilen Facebook’tan çok şey beklediğimi mi düşünüyorsunuz? Haklısınız. Yılın bu son günlerinde karşımıza bol bol geçtiğimiz yıl mutlu göründüğümüz fotoğraflarımız çıkacak ya da dört yıl önce Roboski katliamı hiç olmamış gibi kutladığımız yılbaşı görüntülerimiz. Tıpkı bu sene olacağı gibi.
Roboski Katliamı medyaya uygulanan sansürün fark edilmesi açısından da dönüm noktalarından biriydi. Katliam 28 Aralık 2011’de saat 21.30 sıralarında kaçakçılık yapan köylülerin üzerine dört adet bomba atılmasıyla gerçekleşti. Çoğumuz ne olup bittiğini Twitter’dan öğrenmeye çalışırken haber kanalları sessizdi. Sonradan öğrendiğimize göre o dönem CNN Türk’te Medya Mahallesi’ni sunan Ayşenur Aslan’ın saat 11.00 civarı “Çok fena bir haber geldi. Televizyonlar resmi açıklama bekliyor. Vali kısa süre önce açıklamayı yapmış, haber kanalları girer mi bilmiyoruz ama biz biraz sonra ayrıntısıyla gireceğiz” sözleri reji odasından kulağında patlayan sesle karşılık bulacaktı “Uludere olayına girmeyin! Bu haber verilmeyecek” (kaynak Mustafa Hoş, Abluka, s.191-192). Roboski, hangi haberlerin bize verileceği, hangilerinin gizleneceği ile ilgili kararların yukarıdan birileri tarafından alındığını fark etmemizi sağladı. Sonrasında, Gezi sürecinde “Alo Fatih” ses kayıtlarıyla durumun kurumsallaştığı anlaşıldı.
Roboski’nin bir “kaza” olduğu açıklaması yapıldı, hatta geçtiğimiz Eylül ayında Cumhuriyet gazetesinden Kemal Göktaş’ın haberiyle katliama MİT’ten gelen yanlış istihbaratın yol açmış olabileceğine dair bilgiler ortaya çıktı. Ancak dört yıl boyunca hiçbir sorumlu bulunamadı ve yargılanmadı. Medyaya geri dönelim. Katliamın ardından ana akım medya hiçbir şey olmamış gibi yılbaşı kutlamalarına devam etti. Birkaç gün sonra o dönem Hürriyet köşe yazarı Yılmaz Özdil Roboski’deki katırları konu alan, ağır nefret söylemi içeren bir yazı yazdı. Katırlar, hükümete muhalif ama Kürt sorununda ‘terörizm’den başka bir şey göremeyen medyanın kurtarıcısı oldu. Geçtiğimiz Mart ayında yine ‘terörle mücadele’ adına öldürülen katırlara bu minvalde üzülündü.
KANDİL’DEKİ BASIN TOPLANTISINDAN ‘TEMİZLİK OPERASYONUNA’
Roboski’de yakınlarını kaybedenlerin hak mücadelesi sürerken bir yıl sonra “çözüm süreci”ne girildiği duyuruldu. Gazeteciler artık bu soruna daha duyarlıydı. Medyanın başta 90’lar olmak üzere Kürt sorununa yaklaşımı eleştirildi, kitaplar yazıldı, filmler çekildi. Nevruz kutlamalarının ardından 25 Nisan 2013’te o dönemin KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın Kandil’deki basın toplantısını Anadolu Ajansı dahil olmak üzere pek çok medya kuruluşu izledi. Kandil ziyaretinin magazin haberleri bile yapıldı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Siyasetçiler gibi medya da geçmişte yaşananlardan ders çıkarmıştı. Aslında hiçbir şeyin değişmediği, Gezi sürecindeki sansürle bir kez daha anlaşıldı. Sokaklar kurşuna, gaza boğulurken medya ‘penguenler’i gösteriyordu. Bu zamana kadar medyanın Kürt sorununu nasıl haberleştirdiği anlaşıldı, bize bunu yapanlar kim bilir yıllarca Kürtlere neler yapmıştı…
Gezi protestolarını ve sonrasında 17-25 Aralık yolsuzluk iddialarını kendisine darbe girişimi olarak nitelendiren hükümet toplumu kutuplaştırmayı, safları sıklaştırmayı tercih etti. ‘Ya bizdensin ya da onlardan’ siyasetinin en önemli aracı medyaydı. Hükümeti eleştiren herkes bir bir ‘terörist’ saflarına yerleştirildi. Seçimler kritik bir hal alınca çözüm sürecinin de bittiği duyuruldu. Medyadan muhalif sesler dışlandı. Seçimin otoriterliğe gidişte son çare olduğunu düşünen ve 7 Haziran öncesi bir gayretle muhalefete ekranlarını, sayfalarını açan medya 1 Kasım’la birlikte çark etti. Geçmişte yaşananlara bir set çekip yeni bir sayfa açma gayretine girdi. O sayfalarda nelerin yazılması gerektiğine zaten hakimdi.
Hikayemizde başa döndük diyebiliriz. Bugün Şırnak’ta, Diyarbakır’da pek çok ilçe, mahalle abluka altında, en temel insan hakları ihlal ediliyor. Temmuz’dan bu yana 44 çocuk öldü. Silopi’de polisler tarafından öldürülen Taybet İnan’ın cenazesi yaşamını yitirdiği sokaktan ancak yedi gün sonra alınabildi. İnsanlar çaresizce medya kuruluşlarını, gazetecileri arayıp seslerini duyurmaya, yardım istemeye çalışıyor. Ekranlardan duyulan, sayfalardan okunan ise ‘teröristlerin nasıl başarılı bir operasyonla temizlenmekte olduğu’. Zaytung’un 90’lar gazeteciliğini ti’ye aldığı ‘Bahoz Erdal telsiz görüşmeleri’ tarzı ses kayıtları bile yayınlanabiliyor. Geçen sabah bir haber programında bir sunucu diğerine “Zeytin sever misin?” diye sordu, muhatabı içinde bulundukları durumu şakayla karışık şu şekilde yanıtladı “Seviyorum dersem barış istiyorum gibi anlaşılabilir”. Haber içeriklerine, çağırılacak uzmanlara, kimlerin sesinin duyurulacağına ilişkin kararların yine yukarılarda bir yerlerden alındığını biliyoruz ama birkaç yıl sonra yapılacak benzer yüzleşmeler karşılığını bulacak mı emin değilim. Bu durum gazeteciler kadar okuyucular açısından da geçerli. Şebnem Korur Fincancı’nın geçtiğimiz Pazartesi Evrensel’deki röportajında dediği gibi artık ‘Bilmiyorduk’ deme lüksümüz yok!
Yeni bir yıla umutsuz ve çaresiz hissederek giriyoruz. Kimimiz kurşunlar, bomba sesleri altında, 34 meslektaşımız hapishanede, kalanlarımız ise yeni bir ölüm haberi almaktan korkarak bilgisayarları başında. Uygulanan sansür ve boyun eğmeye teşne ana akım medya gerçeği, hak haberciliği yapan bağımsız medyanın önemini gösterdi, artık başka yerlerden sesleniyoruz birbirimize, dayanışma bir başka yerde büyüyor. Bu koşullar altında habere nasıl ulaşacağımızı, nasıl doğrulatacağımızı, nasıl paylaşacağımızı öğreniyoruz. Bir taraftan bunlara kafa yorarken geleneği bozmadan ve umudu kaybetmeden yeni yıldan da barış getirmesini dileyelim. Daha yapacak çok işimiz, sarılacak çok yaramız var.
Bir öneri: 90’larda medyanın Kürt sorununu nasıl haberleştirdiğini, gazetecilerin hangi koşullar altında haber yaptığını öğrenmek, hafızalarınızı tazelemek isterseniz Sami Solmaz’ın “Savaşın Tanıkları” belgeselini izlemenizi öneririm. İnternette erişilebilir.
Evrensel'i Takip Et