Çıkıyoruz. Maviye boyanmış bir salıncak. Betonu taze kurumuş. Üçümüze, üç amca çocuğuna yapılmış. O ânın tarifi, dünya üzerinde konuşulan hiçbir dilde henüz yok. İcat edilmedi. Böyle bir sevinmek yok. Bir süre, yaşlı gözlerle salıncağı izliyoruz.
Ben istemiştim ki, o salıncağa ağlayalım sadece. 32 yıldır, kiminin burun kıvırdığı, kiminin inanmadığı, kiminin hürmet etmediği, kiminin de bana yoldaş olduğu ağlamaklardan geçiyorum. Bugün, 5 Haziran Cuma günü bir meydana ağladım. Oranın civarında salıncakta sallanan çocuklar vardı.
Vurun ulan vurun, en kolay ben ölürüm. Ben kolay ölürüm de, hıncım ne kadar sürer. Sen de yüz yıl, ben diyeyim bin yıl.
Yağmur yağıyor. Salıncak uzakta, meydan uzakta, çocukluk uzakta.
Bir ipim var, o beni bağlıyor dünyaya.
Edebiyat denen şeye kimileyin mesafe kesbeder insan. Tuhaf bir mesafedir bu; “amaan,” dersin içinden, zaten yazılabilecek her şey yazıldı, konuşulabilecek her şey konuşuldu. Benim de okuyacaklarım yazacaklarım sınırlı zaten, ne diye uğraşıyorum sanki? Kütüphanedeki kitapların feri söner senin için, elin gitmez, gittiğinde iki satır okuyup aynı bıkkınlıkla kenara bırakırsın. Sonrası zaten sıkılmak, sıkılmak. Sonra ya biri çıkar, ya bir şey olur, o örtük sıkkınlık sıyrılıverir, o gizli heves hemen kendini anımsatır.  Bu bazen bir dize olur, bazen bir mecliste konuşulan küçücük bir cümle, bazen de bir kitabın kendisi, hatta kapağı, arka kapağı. Ama çoğu zaman bir dergi olur. Orada, bir dergi çıkmıştır, senin haberinin olma ihtimali çok düşüktür, bir arkadaşın çıkagelir, Diyarbekir’de okul dergisi çıkmıştır. Orada Orhan Pamuk üzerine bir talebe şahane bir metin yazmıştır mesela. Bir mektup. Sonunu okursun muhabbetin arasında. Vay canına dersin, vay canına. O dergiden biraz daha söz edeceğim ileride. “İçkale Çocukları”nı da anayım, şimdi aklıma gelmişken.
Çaresizce, başka ihtimal yokmuş gibi, devrim arkaik bir şeymiş ve anca bıyığı sigaradan sararmış kimi yaşlı amcaların rakı sofrasında içlendiği bir şeyin adıymış gibi. Yok: Vahşetin, ileri kapitalizmin, bankaların sonu gelebilir. Gelecek. Ve bu dediklerimiz arkaik içlenmeler olmaktan çıkacak.
Ve ben o gün Silvan’ın ne kadar güzel bir yer olduğunu anlatacağım. Paris’e hiç gitmediğimi de anlatacağım Perec’ten alıntılar yaparak. O gün gelecek; dertlerimiz gerçekten kendi dertlerimiz olacak bir gün. Bankalar bizden küçük, saçma, çocukça dertlerimizi çalamayacak.
Cizre’ye gidiyoruz, küçücüğüm, arabanın camından gördüğüm her şey bana yepyeni bir dünyanın okunacak heyecan dolu evraklarıymış gibi geliyor. Muhtemelen çok sıkıcı, “of artık sussa” insanıyım annemle babam için ama katlanıyorlar. “Anne şu ne? Baba uzakta gördüğümüz yerin adı ne? Anne bu teller ne işe yarıyor? Baba bu elektrik direkleri neden bu kadar çok?” Konu elektrik direkleri olduğunda babam heyecanla anlatıyor. İsmail Amca’nın nerede canı sıkıldığından, çalışanların nerede mola verdiğinden, bu direkleri dikmek için ne kadar çok uğraştıklarından. Babamı iki yerde bu kadar canlı anımsıyorum çocukluğumda: Birincisi, bahçesinde büyüdüğüm caminin kubbesinin ve etrafının şiddetli bir rüzgârla dağılmasının akabinde hep beraber giriştikleri tamirat mesaisi, ikincisi de bu direkler. Sonra varıyoruz Cizre’ye, çok sıcak bir akşam üstü. Tartartar bir ses geliyor aşağı caddeden. Annem bilmediğim bir yerde misafirlikte, babam birileriyle konuşuyor. Ben yaşıtım birkaç çocukla beraberim, oyun oynayıp oynayamayacağımızı tartıyoruz çocukluğun gizli lisanıyla. O ses geldiği an kaçışıyor herkes. Ben kalakalıyorum; yabancı bir yerdeyim, aynı sesi ben de Kızıltepe’de duysam kaçarım ama burada sanki o ses hiç olmazmış ve benim kaçmam gerekmiyormuş gibi hissediyorum. Sonra sesleniyor çocuklardan biri, “koşsana!” diye. Koşuyorum: “Sen şehirden geldin, bilmezsin bizim buraları. Panzer sesi o, şimdi uğraşmayalım akşam akşam.”
Bir mahallenin adını tabelada gördüğümüz için sevindiğimiz zamanları tarif etmek ne kadar mümkün, asla bilmiyorum. Ama o şarkıda “Diyarbekir meydanına...” diye başlayan kısmı iyi anımsıyorum. Oralarda bir yerin “Şêx Saîd Meydanı” olmasına büyük tebessümle mukabele ediyorum. Eğer bir kalbim varsa, o zaten çoktan kabarmış oluyor. Kalbim, aniden yüreğe dönüşüyor. Bir ismin sesi bile yetiyor kimi zaman. Kimi dillerde kimi harfler yasakmış diyorlar sonra. Ben mahallemdeyim, bahar göğüne bakıyorum, Kadir Amca bana Newroz’u niye lastik yakarak kutladığımızı anlatıyor.
O mahallede bir ateşin üzerinden atlıyorum. Şeyh Galib Dedem oradan sesleniyor: “Gül âteş gülbûnâteşcûybârâteş/ Semender-i tıynetân-ı aşka besdirâteş”.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yoksulluk sınırı kırmızı çizgi

Yoksulluk sınırı kırmızı çizgi

600 bin işçiyi kapsayan kamu toplu sözleşmesi görüşmeleri dün başladı. Ek iş yapmadan geçinemez hale gelen işçilerin temel talebi yoksulluk sınırının üzerinde ücret. Kamuda 4 ayrı kuşaktan savunma sanayi işçilerinin aktardığı deneyimler de taleplerin ancak birlik olup, mücadeleyi göze alınca kazanılabildiğini gösteriyor.

Ücretler yoksulluk sınırının üzerine çıkarılsın

Vergi kesintileri yüzde 15’le sınırlı tutulsun

İkramiye ve ek ödemeler vergi kesintisi dışında bırakılsın

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Mardin’de kayyım 3 ayda 301 işçiyi işten attı.

Evrensel'i Takip Et