06 Ocak 2016 00:54

Mezhep çatışması üzerine eleştirel bir deneme-1

Mezhep çatışması üzerine eleştirel bir deneme-1

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Ortadoğu üzerine yapılan analizlerde en baş köşeye “mezhep çatışması” kavramı yerleşiyor. O kadar rağbet görüyor ki, kavram-ı şahane salona girdi mi sağcısı solcusu hepimiz ayağa kalkıp önümüzü ilikliyoruz. Gerek Türkiye gerek Batı’da sözde analizlerin çoğu bölgedeki egemenler arasındaki düşmanlığı tarif etmek için bu kavramı kullanıyor. Daha sofistike görünmeye çalışanlar ise googledan erişilebilecek bilgilerle Şiiliği ve Sünniliği de anlatıyorlar. Bu anlatılar ise iki mezhebin tarihindeki tüm kırışıklıkları ütüleyerek bugünün siyasi çatışmasını temel alan özcü bazı klişeler sunuyorlar. Oysa bu anlatılar herhangi bir İslam tarihi kitabına şöyle bir göz atıldığında bile kolayca lime lime oluyor. Entelektüel ve akademik camiadaki paçozluk maalesef ne yeni ne bize özgü; yazımızın konusu da bu değil zaten. Ancak mezhep çatışması kavramını ciddiye alacaksak en azından ne olduğu konusunda biraz daha konuşmamız gerekmez mi? Bir kavram açıklayıcı olacaksa en azından kuramsal ve tarihsel belirlenimlerini, dolayımlarını ve en önemlisi güncel siyasetteki işlevini düşünmemiz gerekmez mi?

BİR TOPOS OLARAK ‘MEZHEP ÇATIŞMASI’

Hitabet sanatında konuşmacının dinleyiciyi ikna etmek için başvurduğu ve toplum tarafından sorgulanmayan düşünce, kavram ve temalara Aristoteles topos adını verir. Toposlar konuşmacının sunduğu kanıtlarla ulaştığı sonuçlar arasındaki illiyet bağını kurar. Mezhep çatışması kavramı kişisel, toplumsal, siyasal eylemlerin azmettiricisi olarak görülmeye başlandıkça, gündelik hayatımızda dolaşıma girdikçe sağduyumuzda yer ediyor ve ikna gücü yükseliyor. Diyanetin cemevine kırmızı çizgi çizme cüretinden, Suriye iç savaşına, Yemen’e, Suudi-İran ilişkilerine her şeyde mezhep çatışması görmeye başlıyoruz. Dil bilen (ve bilmeyen) bölge uzmanları mezhepçiliğin en büyük tehdit olduğunu vurgulayan yazılar yazıyorlar. İşin ilginci bu çatışmanın tarafları mezhepçilikten şikayet ediyor, suçu diğerinin üzerine atıyor. Bu manzaraya baktığımızda kavramın kullanımındaki ideolojik işlevi görmeye başlıyoruz. 

Her ideoloji gibi ampirik verileri tarif etmekte bir rahatlık sağlıyor mezhep çatışması kavramı, çünkü herkesin kolayca anladığı, gerçekliğini kabul ettiği bir olguyu tarif ediyor. Yani hitabet açısından uygun bir araç sağlıyor. Ne var ki hitabet ontolojiyle, yani gerçeklik arayışıyla, ilgilenmez. Olgunun ne olduğunu sorduğumuzda toposun yarattığı toplumsal uzlaşı birden dağılıyor, TV kanallarında ikiye üçe bölünen reality tartışma programlarına dönüyoruz (Hoş onu bile özler olduk!) O noktadan sonra ikna kabiliyeti ses tellerinizin gücü ve kurnazlığınıza kalıyor. Böylece herkesin ya taraf ya bertaraf olduğu bir tartışma ortasında buluyoruz kendimizi, yani mezhep çatışmasının varlığını ya onaylayarak ya da varlığına kayıtsız kalarak çatışmanın yeniden üretimine katkıda bulunuyoruz. Bu durumda toplumsal çatışmayı mezhep ekseninden sınıf eksenine taşıyabilecek toposlardan mahrum kalıyoruz, alternatif bir siyaset için ikna kabiliyetimizi yitiriyoruz. Sosyalistlerin müdahaleleri en iyi ihtimalle iyi niyetli ama saf tekliflere dönüşüyor, en kötü ihtimalle hakim kavramı yeniden dolaşıma sokuyor. İdeolojinin hegemonya için işlevi tam da bu: muhalefeti etkisizleştirmek. İdeolojik tahakkümün kırılması ancak eylemle mümkündür, ama eylem imkanlarını düşünebilmek için eleştiri şarttır. 

WESTPHALIA DÜZENİ VE MEZHEP ÇATIŞMASI

Mezhep çatışmasını ontolojik açıdan ele almak için “mezhep çatışması nedir” sorusunu sormamız gerekir. Bunun için öncelikle kavramın tanımladığı benzer olguları göz önüne almamız gerekir. Mezhep çatışması başka nerelerde gözlemlenmiştir? Ne zaman ortaya çıkar? Başka çatışmalardan farklı mıdır? Nasıl ortadan kaldırılır? Birçok farklı örnek verebiliriz, ama ben bu yazının derdi açısından 17. yüzyıldaki Katolik Protestan çatışmasını irdelemek istiyorum. Nedeni basit: Modern uluslararası sistemin başlangıç noktası kabul edilen 1648 Westphalia Barışı Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’ndaki Katolik Protestan savaşını sona erdirmişti. Başka bir deyişle, devletlerin birbirlerinin egemenliğini tanıdığı modern uluslararası sistem mezhep çatışmasının sona erdirilmesiyle doğdu. 

Egemenlik sınırlarının tartışmalı hale geldiği Ortadoğu’da mezhep çatışmasının tavana vurmasının sürpriz olmadığını bu basit tespitten görebiliriz. Ama bu tespit üzerine daha çok düşünmeye ihtiyacımız var. 
Uluslararası ilişkiler disiplini ve modern diplomasinin temel referansı olan Westphalia Düzeni dünya siyasetinde temel aktörleri devletler, temel belirleyenleri devlet çıkarlarından ibaret görür. Bunların dışındaki aktörler ve çıkarlar gayrimeşru veya ikincil kabul edilir. Ancak bu ana akım ön kabulün egemenler arasındaki ideolojik bir uzlaşmaya dayandığı çoğunlukla gözden kaçırılır. Marksist Uluslararası İlişkiler Uzmanı Benno Teschke 1648’in bir dönüm noktası olduğu düşüncesini eleştirirken modern uluslararası sistemin ortaya çıkışını anlamak için Avrupa çapındaki mülkiyet ilişkilerine bakmak gerektiğini savunur. 
Teschke’nin tezlerini burada ele almak mümkün değil. Ancak kapitalist mülkiyetle devlet egemenliği kavramı arasındaki akrabalığı vurgulayan tek araştırmacı Teschke değildir. 1555 Augsburg Barışı’nda ortaya çıkan ve 1648’de onaylanan bir ilke olan “kimin ülkesi onun dini” (cuius regio eius religio) sonuçta özel mülkiyeti esas alan bir devlet egemenliği anlayışını yansıtır. Kapitalist devleti tek egemen ilan eden Westphalia Düzeni kapitalizmin vazgeçilmez parçası, mütemmim cüzüdür.

1990’lardan itibaren Westphalia Düzeni’nden Post-Westphalia Düzeni’ne geçip geçmediğimiz pek itibar gören bir tartışma oldu. Bu rağbetin nedeni Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ortaya çıkan etnik, dinsel, mezhepsel savaşlardı. 1990’larda Yugoslavya’nın parçalanması sırasında Boşnak, Hırvat ve Sırplar arasındaki savaşın temel belirleyeni olarak tarihte derin kökenleri olan mezhepsel düşmanlıklar kabul edildi. Güya komünizm döneminde uykuya yatan bu kimlikler birden uyanmışlardı. Balkanlara uygulanan bu bayağı Şarkiyatçılığın şimdi Ortadoğu’da büyük bir iştahla tekrar tüketime sunulduğuna şahit oluyoruz. Ne bekliyorduk ki? Diplomatların oturup temsil ettikleri devletlerin ve oluşturdukları devletler sisteminin doğasını sorgulamalarını mı? Ancak bu noktada solun da iyi bir sınav verdiği söylenemez. 

Örneğin, solda itibar gören bir yazar olan Mary Kaldor Bosna-Hersek Savaşı’ndan yola çıkarak yazdığı kitabında 1990’larda yeni bir savaş türünün ortaya çıktığını öne sürdü. Kaldor’a göre eski savaşlar “jeopolitik ve ideolojik hedefler” için yapılırken, yeni savaşlar “kimlik siyaseti” için yapılıyor. Kaldor eskiden de kimliklerin siyasette önemli olduğunu teslim etmekle beraber yeni kimlik siyasetinin etiketler temelinde güç iddia ettiğini ve geçmişin idealize edilmiş nostaljik bir temsiline dayandığını söylüyor. Farkı gören beri gelsin! Kaldor’ın çalışması, Sovyetlerin çöküşünden sonra “Yeni bir söz söylemek lazım” dışında hiçbir şey söyleyemeyen ve etrafında gözlemlediği ham ampirik verileri tarihsel karşılaştırma yapamadan (Çünkü bu kuramsal bir çerçeve ister!) yeni doğrular olarak kabul eden solun genel halini yansıtıyor. Kuramın çöktüğü noktada tabula rasa’ya (boş kağıda) dönüşen, dünü anlamadığı için bugün şaşkına dönen bir solun halini. 

Bu bakımdan 1990’lardan beri olan biteni yeniden düşünmek bugün sosyalistler için vazgeçilmez bir zorunluluk. Sovyetlerin çöküşü sonrası etnik, dinsel çatışmaların uluslararası sistemin merkezine oturması, insani müdahale gibi olguların kuramsal eleştirisini henüz hâlâ tam anlamıyla yapamadık. Ancak hem Kosova müdahalesinde hem Irak Savaşı’nda barış hareketinin gücüne şahit olduk. Şimdi bu güçlü barış iradesini nasıl harekete geçirebiliriz sorusunu daha akıllıca sorma zamanı. Siyasi hipsterlık yapmadan tarih ve kuram boyutuyla yaşadığımız günleri ele almak hepimiz için yaşamsal önemde. Bu uzun girişten sonra yazının devamında İran-Suudi çatışmasını ele alacağım. Sabrınız için teşekkür ederim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa